21’inci Yüzyılın Ebeveynlerine
Bugün, henüz dünyaya gelen bir bebek 2050’lere gelindiğinde daha 30’larının başlarında, herşey yolunda giderse 2100’lerde hala hayatta olarak 22’nci yüzyılı görme şansı olan bir birey olacak. İnsanoğlunun 20’nci yüzyılda yaşadıklarını düşündüğümüzde, Gregoryen takvimine göre 1 Ocak 1901’de başlayıp 31 Aralık 2000’de sona eren bu dönemde 1914 – 1918 yılları arasında gerçekleşen 1’inci Dünya Savaşı ile hanedanlıkların sona ermesi, 1939 – 1945 arasında hemen hemen dünyanın her yanını kapsayan 2’nci Dünya Savaşı ile uluslararası düzeyde bir yıkımın yaşanması, yaklaşık 65 milyon insanın ölümüyle yaşanan bu yıkımın bir daha yaşanmaması için ilk olarak İsviçre’de 10 Ocak 1920’de kurulan Milletler Cemiyeti ile başlayan uluslararası düzeyde organizasyonları, 1947-1991 arasında soğuk savaş dönemini, 25 Aralık 1991’de SSCB’nin yıkılışını, internetin keşfini, 1992 yılında, Avrupa Birliği Antlaşması olarak da bilinen Maastricht Antlaşması’nın yürürlüğe girmesi sonucu Avrupa Ekonomik Topluluğu’na yeni görev ihdas edilmesi sonucunda 1 Kasım 1993’de Avrupa Birliğinin kurulmasını, ilk olarak 1973 yılında Amerikalı mucit Martin Cooper tarafından icat edilen cep telefonlarının yaygınlaşması ve müteakibinde IBM tarafından geliştirilen ilk akıllı telefonun 1992 yılında icat edilmesiyle hayatımızda önemli bir yer edinmesini, Google, Facebook, Twitter, İnstagramın hayatımıza girmesine şahit olduk.
Bütün bu süreç içinde insanoğlu tarafından formule edilen 3 büyük anlatı olan faşist, Kominist ve Liberal anlatının doğuşu, gelişimi ve sona ermesi deneyimlenmiştir. Henüz ilk çeyreğinde bulunduğumuz 21’inci yüzyılın ilk periyodunda; Facebook tarafından toplanan verilerimizin Cambridge Analytica şirketi tarafından usulsüz kullanıldığının ortaya çıkmasıyla özgür iradenin kutsiyetinin ihlal edildiği gerçeğiyle yüzleşmemiz, yapay zeka, otonom ve robotikteki gelişmeler nedeniyle hukuk kurallarının yeniden yapılandırılması ve sosyolojik düzenin bozulmasının eşiğine gelinmesi, karbon salınımı üzerine kyoto ve paris’te alınan kararlara büyük tehdit unsuru sanayi ülkelerinin uymaması nedeniyle küresel ısınma yaşanması ile buzulların erimesi, ozon tabakasının delinmesi, çevre kirliliğinin ayyuka çıkması, hayvan nesillerinin tükenmesi, radikal dinci örgütlerin ortaya çıkarak dünyayı karıştırması, Arap Baharı, Turuncu Devrim, Trump ve türevi liderlerin iktidarı ele geçirmeleri ve tansiyonun tekrar yükselmesi gibi olaylar yaşanmış ve bu yaşananlar gelecekte yaşayacaklarımızın göstergesi olarak karşımıza çıkmıştır.
Göbekli Tepe’de bulunan kalıntılar sayesinde daha önceden 5000 yıl öncesine dayandırabildiğimiz insanlığın 10000 yıl öncesinde tapınak kuracak teknolojiye sahip olabileceğini anladık. Ancak, tekerleğin ilk olarak Sümer’de M.Ö. 8500 civarında ortaya çıkmasından sonra genel olarak hayvanların çektiği arabalar ve sabanlar da kullanımının 3000 yıl alması ve bizim medeniyet olarak bildiğimiz insan şehirlerini mümkün kılan tarım devriminin binlerce yıl sürmesine yol açmış olduğu düşünüldüğünde insanoğlunun geçmişindeki küçük gelişmelerin (şimdiki teknolojiye kıyasla) binlerce yıl sürdüğü görülmektedir. Bahse konu ivme artarak 18’inci Yüzyıla gelindiğinde, iletişim ve ulaşımın endüstriyel çağı başlatarak öyle büyük bir hıza ulaştığını görüyoruz ki, buharlı motorların yaygınlaşması bir yüzyıldan az sürmüştür. Günümüzde bilginin yayılması ise neredeyse anlık olarak gerçekleşmektedir. İnternetin yaygınlaşması neredeyse 10 yıl almıştır (ve internet trafiği her altı ayda bir ikiye katlanıyor). Şimdi öyle bir yerdeyiz ki bir buluşun tüm dünyaya yayılması nanosaniyelerde gerçekleşiyor. Bu örnekler insanlığın var oluşundan bu yana gelişiminde ivmenin nerelerden nereye geldiğini açıkça gösteriyor. Bu gelişmelere paralel olarak 20’nci Yüzyıl ve 21’inci Yüzyılın ilk çeyreğinde meydana gelen olaylar düşünüldüğünde son 119 yılda olanlar, ondan öncesinde deneyimlenenler ile kıyas götürmez ölçüde büyük boyutta gerçekleşmekte ve gelişim geometrik olarak artmaktadır.
Bu bağlamda yeni doğan bir çocuğun ömrü boyunca yaşayacakları düşünüldüğünde karşımıza inanılmaz ölçüde bir potansiyel çıkıyor. Geleceğin nelere gebe olduğunu düşünmek günlük hayat akışı içerisinde maalesef fazla bir zamanımızı almıyor. Hele de geçim derdinde olan alt küme ülkelerde yaşıyorsanız gelecekte yaşanacaklara yönelik kaygı duymak ve çocuklarımız için bir gelişim haritası çıkarmak çok rastlanan bir durum değil. Çünkü az önce sıraladığım kronolojide dünyada gelinen nokta itibariyle alt kümede olarak tabir edilen çoğu ülkede yönetimin başında bulunan oligarşi medyayı tekeline geçirerek vatandaşın hakikatin farkına varmasını engelleyip böylelikle iktidarını dilediği kadar sürdürme eğiliminde olması durumu söz konusudur. Başarısızlıklar şu veya bu dış mihraklar üzerine atılır. Sürekli bir kriz durumu mevcuttur. Başka ideolojileri sis perdesi olarak kullanarak Rusya örneğinde olduğu gibi nüfusun yüzde 10’u servetin yüzde 87’sini ellerinde tutar. [1] 21. Yüzyıl İçin 21 Ders, Yuval Noah Hariri Dolayısıyla bu tarz ülkelerde eğitim gibi sıkıcı (!) konulara asla olması gereken enerji verilmez.
Gelişmiş ülkelerde eğitim birinci öncelikli olarak ele alınarak ülkenin istikbali teminat altına alınırken alt kümede kalmış oligarşi (Gücün ve zenginliğin bir grubun elinde bulunduğu yönetim biçimi) olarak kendine ifade bularak demokrasi gibi ideolojileri sis perdesi olarak kullanan yönetimlerin bulunduğu ülkelerde insanların yeterli eğitim almamış olmaları elit zümrenin işine bile gelebilir. Öyleyse yapılması gereken nedir? 1018’de Çinli bir aile çocuğuna pirinç ekmeyi, ipek dokumayı öğretiyor, Konfüçyüs okutuyor, ata bindiriyor, güzel yazı yazmayı öğretiyor kız çocuklarını ise mütevazi ve yumuşak başlı bir ev hanımı olmaya hazırlıyorlardı. Bu öğretilenler onlara ömür boyu kâfi geliyordu. Günümüzde Çin veya dünyanın geri kalanının 2050’de dünyanın neye benzeyeceğine dair bir fikri yok. Biomühendislik alanında gelişmeler, yapay zeka ve robotik teknolojinin gelebileceği nokta tahmin bile edilemiyor. Öyleyse kodlama, Çince gibi spesifik konularda yapılacak yatırımların karşılığını bulma ihtimali pek yüksek görünmüyor. Öyleyse teknik becerileri ikinci plana alarak genel amaçlı yaşam becerilerine öncelik vermeliyiz. Pedagoji uzmanları eğitimde şu dört konuya öncelik verilmesi hususunda ısrar ediyor: eleştirel düşünce, iletişim, işbirliği ve yaratıcılık. Bunun yanında değişimle başa çıkabilme, alışılmışın dışındaki durumlara adapte olma ve yaşam boyu eğitimi devam ettirme konusunda yaşam alışkanlığı oluşturulabilmesi son derece önemli.
Çok eski dönemlerden beri insan hayatı iki dönemden oluşuyordu, ilk dönemde bilgi birikiyor, beceriler gelişiyor, hayat görüşü şekilleniyor ve sabit bir kimlik inşa edilirken ikinci dönemde dünyada yolunu bulmak, geçimini sağlamak ve topluma fayda sağlamak için yeteneklerimize güveniyorduk. 50 yaşından sonra insan, değişmek istemiyor ve dünyayı fethetmekten umudunu kesmiş olarak ölümü beklemeye başlıyordu. 21. Yüzyılda insan sadece ekonomik olarak değil aynı zamanda toplumsal olarak işlevini koruyabilmek bakımından durmadan öğrenme ve kendini yeni baştan inşa etme yeteneğine sahip olmalıdır.
Bioteknolojik gelişmeler ve makine öğrenmesi geliştikçe insanları yönlendirmek kolaylaşacak, yüreğinin sesini dinlediğini zanneden insan aslında hacklendiğinin farkında bile olmayacak. Algoritmaların beynimizde ne döndüğünü bizden daha iyi bildiği bir dünyada otorite onların ve dolaylı olarakta o algoritmalara sahip olanların eline geçer. Öyleyse geleceğin insanını yetiştirmek için öncelikle onu yanılsamaların farkına varabilecek donanıma sahip yapabilecek eğitimlerle donatmalıyız. Bununla beraber “Kendini bil” felsefesine kafa yormalı öncelikle ne istediğini bilen hayattan beklentilerinin farkında olan bir nesil yetiştirmeliyiz. Bunu başarabilmek içinde işe kendimizden başlamalıyız.
İnsan ömrünün teknolojik gelişmeler ile artacağı yönündeki öngörü, sermaye sahiplerinin sahip olacakları imkanlarla doğru bir orantı sergilemesi nedeniyle gelecekte 3D yazıcılarda organ üretilmesi ve nakli ile bir kısım insanın ömrünün diğerlerine (21’inci yüzyılın getirdiklerine ayak uyduramamış) göre oldukça fark edebileceği konuşuluyor. Bu durum geçmişte bu güne zengin ile fakirin hayatı arasındaki farkın açılması ve sonraki nesillere nakledilmesi, “İn Time” (Türkçeye Zamana Karşı olarak çevrildi) filmini akıllara getiriyor. Teknolojik gelişmeler ve bunu ellerinde tutanların oluşturduğu elit ile gereksizler zümresi arasındaki fark zaman ilerledikçe kendi türü için en tehlikeli olan insanoğlunun kendi refahı için diğerlerine neler yapabileceğini düşündürerek dehşete düşürüyor.
Nasıl ki evrensel doğrular bütün dinler ve inanç sistemleri için değişmezse (yalan söylemek yanlıştır) medeniyeti yakalamak için yapılması gerekenler de sabittir. Zira 19. yüzyılda erkeklerde okuma yazma oranı %3 kadınlarda okuma yazma oranı ise yalnızca %0,1 iken [2]https://herkesindergisi.com/adem-taner/osmanlida-okuma-yazma-orani/ 1935 yılına gelindiğinde Türkiye’de okuma yazma oranının toplamda 19.25 gibi önemli bir sayıya ulaştığını, 1940’ta ise 24,55’e ulaştığını görüyoruz. 1980 yılına geldiğimizde Türkiye’de okuma yazma oranının 67,48’e ulaşarak normal seviyelere gelebilmiş olması bu gereklilikleri yerine getirebildiğimiz ölçüde muvaffak olduğumuzu gösteriyor.
Öncelikle nereden geldiğimizi ve nereye doğru gittiğimizin bilincinde olmalı gerçekler ile yüzleşerek doğru analizler yapabilmeliyiz. Cumhuriyetle birlikte Darülfünun-u Osmanî, İstanbul Darülfünunu adıyla yeniden kurulmuştur (1924). Üniversiteye bilimsel özerklikle birlikte yönetsel özerklik de verilmiş, bunun yanında öğretim üyelerine, üniversite rektörünü seçme hakkı verilmiştir. 1920’li yıllarda birtakım yüksekokullarda açılmıştır. Bunlar: 1923’te Harp Okulu, 1923’te Ankara hukuk Okulu, 1927’de Gazi Orta Öğretmen Okulu ve Eğitim Enstitüsüdür.
1933’te de İstanbul Darülfünunu İstanbul Üniversitesi adını almıştır. [3]https://www.frmtr.com/tarih-ve-inkilap-tarihi/734515-cumhuriyetin-ilanindan-itibaren-egitimin-gelisimi.html
İşte o İstanbul Üniversitesi Cumhuriyetimizin ilim, irfan merkezi olarak sonrasında kurulacak tüm üniversitelere ve bilimsel altyapıya öncülük etmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında özellikle ilköğretim olmak üzere her kademedeki eğitim kurumlarının değişmesine, bilimsel, laik ve çağdaş bir yapı kazanmasına özen gösterilmiştir. Bunun neticesinde 2’nci Dünya savaşında Nazi Almanyasından göç etmek zorunda kalan Dünyaca Ünlü Alman Profesörler birçok medeni ülkeye gitme hakları olmasına rağmen Türkiye Cumhuriyetinin davetini kabul ederek ülkemizde bilimsel altyapının oluşturulmasında önemli katkılarda bulunmuşlardır. Seçimlerinin bu yönde olmasının nedeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş iradesinin vizyonunun emsallerinin çok üzerinde bulunmasıdır. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş iradesinde eğitim vizyonunda Atatürk’ün şu sözü çok önemlidir: “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller” yetiştirmek temel gayemiz olmalıdır. Eğitim sisteminde medeniyetin gerisinde kalınmamasının anahtarı bu cümlede saklıdır.
Fakat cumhuriyet modernleşmesi içinde okullarda sınıflara inildiğinde bu söz uygulama alanı bulamamıştır. Cumhuriyet modernleşmesinin eğitim felsefesi ana blok olarak toplumcudur/ Durkheimcidir. Bireyden çok toplum ön plândadır. Burada bu ülkenin zor şartlar altında kurulmuş olmasının önemi büyüktür. Türk modernleşmesinde “Kantçı anlamda bir özerk özne yaratılmak istenmiş, ama devlet egemen model her türlü muhtemel gelişmenin önünü kesmiştir. Bu bir modernite paradoksudur. (Kahraman, 18 Mart 2007).
“Modernizmin iki temel sacayağı olan <rasyonelleşme> ve <özneleşme> koşullarından sadece rasyonelleşmeyi eksen alan bir modernleşme çabası, Türk modernleşmesinde, alternatif rasyonalitelere zemin hazırlayacak ve meşruluk kazandıracak bir özneleşmenin ortaya çıkmamasına neden olmuştur” (Çetin, 2003, s. 253-254).
“Türk modernleşmesi, bireysel özgürlüklerin yerine bireyin devletin aracı kılınması, soyut ve heterojen toplumsal yapıyı değil, organizmik, korporatist ve homojen bir toplumsal yapıyı öngörmesi, gönüllü birliktelik ve işbirliğine değil, zorunlu görevlere ve işbölümüne dayanması açılarından kapalı topluma yönelmiş bir modernleşme projesini ifade eder” (Çetin, 2003, s. 261). [4]Türkiye’de Cumhuriyet Döneminde Eğitim Politikası ve Felsefesi, Muhsin HESAPÇIOĞLU
Öyleyse 21’nci Yüzyılın insanlarını yetiştirirken geçmişimizde eğitim sistemimizin nereden nerelere geldiğini ve mevcut durumunu doğru analiz etmeli, gündelik siyasi kaygılarla okuma alışkanlığı olmayan toplumu yanlış yönlendirerek elde edeceğimiz menfaatin 21’nci Yüzyılın rekabetçi ortamında ayakta durma direncimizi kaybetmemize neden olacağının bilincinde olarak hareket etmeliyiz. Bireysel bazda yapılması gereken ise okumak, okumak ve tekrar tekrar okumaktır. Çünkü farkında olmak ve yönlendirmelerden en az zarar görmenin çaresi her alanda ve özellikle medeniyetin takip ettiği konularda bol bol okumaktır. Okumak, düşünmek insana mahsustur. Dinimizin ilk emri olduğu gibi medeniyetin evrensel kuralı okumaktır.
21’nci Yüzyılın insanında olması gereken en önemli üç özellik: Azim, kararlılık ve dayanıklılıktır. İnsanoğlunun gücü beynindedir, zira önemli bir şahsiyetin de dediği gibi “ Ben bir beyinden ibaretim, geri kalanlar yalnızca bana eklenenler” . Az önce sıralanan özelliklerin gelişmesinde beyin gelişiminin önemli rolü vardır. Yetişkin beyni bir zamanlar sanıldığından daha esnek ve değişken olsa da şekillendirmeye gençlerin beyninden daha az müsaittir. Nöronları yeniden birbirine bağlamak ve sinapsları baştan yapılandırmak zor iştir. [5]Erik B.Bloss, Evidence for Reduced Experience-Dependent Dendritic Spine Plasticity in the Aging Prefrontal Cortex
İnsan beyninin temel bağlantıları ile tüm düşünce ve öğrenmenin temeli, büyük ölçüde hayatımızın ilk üç yılında gerçekleşir. Bilim sayesinde , optimum beyin gelişiminin dile bağlı olduğunu artık biliyoruz. Duyduğumuz kelimeler, kaç tane kelime duyduğumuz ve bunların nasıl söylendiği, beyin gelişiminde belirleyici faktörlerdir. Bu sınırlı zaman dilimi ihmal edilirse sonsuza dek kaybedilebilir. Bu yüzden önemi son derece büyüktür. Kötü bir erken dil öğreniminin İQ seviyesine olumsuz etkileri kanıtlanmıştır. Burada nitelik yanında nicelikte önemlidir. Bir çocuğun duyduğu kelime sayısının dışında emirler ve yasaklar da çocuğun dil edinme kabiliyetinin gelişimini dolaylı olarakta İQ seviyesinde olumsuz etkilere neden olur. [6]Otuz Milyon Kelime, Dr.Dana Suskind
21’nci Yüzyılın ebeveyni, ilk üç yılın bebeğin beyin gelişiminde son derece önemli olduğunun bilincinde olmalı, onunla iletişiminde kullandığı kelime saysının ve kelime içeriğinin istatistiksel bazda hesaplandığında ciddi farklar ortaya koyduğunu ve yapılan çalışmalarda sosyoekonomik durumun ebeveynin çocukla olan iletişiminde kayda değer farklar ortaya koyabildiğinin bu nedenle düşük gelir seviyesine sahip olunması halinde daha dikkatli olarak diğerleriyle olan açığın kapatılabileceğinin farkında olmalıdır.
Bunun yanında doğumdan beş yaşına kadar çocuklara matematikte dahil olmak üzere akademik başarı için kritik önem taşıyan konularda daha iyi bir eğitim ortamı sunmak yapılması gereken en önemli husustur. Bu noktada geçmişteki eğitim bilimcilerin söylediklerine kulak asmamak gerekecektir. “Bilişsel Gelişim Teorisi” ile eğitim pedagojisini oldukça fazla etkileyen ünlü gelişim psikoloğu Jean Piaget, küçük çocukların işlem öncesi dönemde olduklarından soyut ve matematiksel düşünmeye hazır olmadıklarından matematiğin bu dönemde eğitimde sunulmaması gerektiğine inanıyordu. Oysaki Piaget’nin teorisinin aksine bebeklerin doğuştan sözlü olmayan “sayı hissi” olduğu ve etrafındaki şeylerin sayılarını karşılaştırmalı olarak “tahmin etme” yetenekleri ile dünyaya geldikleri ortaya çıkmıştır. Sadece 2 günlük yenidoğanlar bile sayı eşleştirme oyunu oynayabilmektedir. Zekanın sabit değil devam etmekte olan bir süreç olduğunun bilinci ile hareket edilmesi anlamlı farklar ortaya çıkarmaktadır. Çocukların bu yeteneklerinin geliştirilmesi ebeveynlerin onlarla yaptıkları konuşmalar ve bunu bir yaşam alışkanlığı haline getirebilme becerilerine dayanmaktadır. Bu konuşmalara (ebeveyn konuşması) uzay kelimesinden gelen uzamsal kavramların eklenmesi gelecekte onlara ne gibi avantajlar sağlayabileceği düşünülmesi gereken bir husustur. Bu konularda eğitimler alarak doğru yönde hareket edebileceğimiz gibi ülkemizde Buzdağı Yayınevinde basılmış olan “otuz milyon kelime” isimli eseri okuyarak konuyu kavrama noktasında son derece önemli buluyorum.
Çocuklara yaklaşımımız onların başarılı olup olmamalarında önemli olan diğer bir unsurdur. Bu kapsamda cinsiyeti ne olursa olsun gerek sayısal gerekse sanatsal yeteneklerde steriotype yaklaşımdan ziyade onların kendilerini keşfetmelerini teşvik etmeli ve bu yolda desteğimizi onlardan esirgememeliyiz. Onların karakter oluşumunda attığımız adımların ne kadar önemli olduğunun bilinciyle hareket etmeli ve rekabetçi üstünlük sağlayarak 21’inci Yüzyılın doğal seleksiyonal ortamında ayakta kalabilmeleri için daha büyük bir ödül için içinde bulunduğu anda daha azına razı olabilmesine olanak tanıyan kanaatkar yeteneklerinin geliştirilmesinde onlara örnek olmalıyız. (Bknz. Marshmelow Test). Zekanın sabit değil devam eden bir süreç olduğunun bilinciyle hareket eden ebeveynler çocuklarının da başarısızlıklarının yetersizliklerinden olmadığının ifadesiyle ondan ders almalarını sağlamada olumlu etkiler sağlamaktadır. Bu onların başarısızlığa karşı dirençlerini artıracak ve azimli olmalarına yardımcı olacaktır. Çünkü akıllı insan için başarısızlık kalıcı bir durum değildir.
Bunun dışında 21’inci Yüzyılın ebeveyni, övgünün düzgün yapılmaması halinde çocuğu güçlendirmek yerine onları edilgen ve başkalarının görüşlerine bağımlı hale getireceği bilinciyle zekanın övülmesi yerine çabanın övülmesi gibi detaylara dikkat ederek ebeveynliklerinde fark yaratabilecekleri gibi çocuğun sürekli akıllı olduğunun övülmesinin onları gelecekte kolay başarı peşinde koşan veya yalan söyler hale getirebileceğini de bilir.
Özetle, 21’nci Yüzyılın ebeveyni çocuklarıyla olan günlük diyalogları dahil olmak üzere özensiz bir çaba harcama lüksüne sahip değildir. Ülke ve dünya gerçeklerinin bilinciyle hareket ederek çocuğundan önce kendisini 21’inci Yüzyıla hazırlamalı ve bu doğrultuda yapacağı yatırımdan imtina etmemelidir. Özellikle erken çocukluk döneminde yapılan ihmallerin geri dönüşü olmadığı gibi yapılan doğruların karşılığı fazlasıyla alındığının farkında olarak hareket etmelidir. Chicago Üniversitesinde ekonomi profesörü olan Nobel Ödüllü James Heckman’ın hesaplarına göre erken yaştaki çocukların yaşamına yatırılan her bir dolardan toplum yedi ila sekiz dolarlık bir geri dönüş şağlamaktadır. Kuşkusuz bu oldukça iyi bir yatırımdır.
Haluk AKDERE
About The Author
References
↑1 | 21. Yüzyıl İçin 21 Ders, Yuval Noah Hariri |
---|---|
↑2 | https://herkesindergisi.com/adem-taner/osmanlida-okuma-yazma-orani/ |
↑3 | https://www.frmtr.com/tarih-ve-inkilap-tarihi/734515-cumhuriyetin-ilanindan-itibaren-egitimin-gelisimi.html |
↑4 | Türkiye’de Cumhuriyet Döneminde Eğitim Politikası ve Felsefesi, Muhsin HESAPÇIOĞLU |
↑5 | Erik B.Bloss, Evidence for Reduced Experience-Dependent Dendritic Spine Plasticity in the Aging Prefrontal Cortex |
↑6 | Otuz Milyon Kelime, Dr.Dana Suskind |