Neden Bunalırız
Bugün şikayet etmeye hakkı olan insanlar var. Yakınlarını kaybedenler, işlerini kaybedenler, günübirlik kazancıyla hayatını sürdüren ve bu imkandan yoksun kalanlar, bu nedenle bir gün sonra sofrasına nasıl yemek koyacağını düşünenler. Ancak günlük sohbetlerde bu durumda olmayan birçok kişinin de bunaldığını ve tahammüllerinin tükendiğini çok sık duyuyorum.
Daha az etkilenenler?
Kapanma dönemlerini ve alışılmış sosyal hayatın sınırlandığı dönemleri nispeten kolay geçiren insanların iki özelliği var. Birincisi kişilikle ilgili. İnsanlarla olmaktansa yalnız olmayı tercih eden, kişilik psikolojisinde “içe dönük” olarak adlandırılanlar. İkincisi ise entelektüel birikimi olanlar. Tıpkı kış uykusuna yatan hayvanların, örneğin ayıların bulundukları bölgeye göre üç-beş ay hiçbir şey yemeden ve içmeden, sadece biriktirdikleri yağları yüketerek yaşaması gibi, entelektüel birikimi olanlar da bu süreyi kendilerini yeniden şarj etmek üzere kullandılar.
Zorlamanın nedeni…
Ancak diğer taraftan pandeminin hayatlarımız üzerinde yarattığı sınırlamalar herkesi çeşitli ölçülerde zorladı. Bunun iki nedeni var. Birincisi belirsizlik. İnsan canlısı her şeye uyum sağlama yeteneğine sahiptir. Bütünüyle savunmasız olarak dünyaya gelen insan yavrusu hem kutuplarda hem çölde, hatta uzayda bile yaşamaya uyum sağlayabilir anca belirsizliğe uyum sağlayamaz. İçinde bulunduğumuz süreç de insanların beklentilerinin ötesine geçmiş durumda ve bu nedenle özellikle gençler kurallara uymak konusunda isteksiz davranıyor ve sıkıntı çekiyor.
İkinci neden, iradenin tükenen bir kaynak olması. Ellerinize üçer kiloluk iki ağırlık aldığınızı düşünün. Bunları kaldırmak herkes için çok kolaydır ancak ağırlıkları tutmaya devam ettiğinizde bir süre sonra kollarınız sarkmaya başlar. Sürekli toplantılara girdiğiniz, çok sayıda karar vermek zorunda olduğunuz bir günün sonunda diyetinizi bozmak ve yüksek kalorili yiyeceklere yönelme ihtimaliniz artar. Zihinsel odaklanmanın insan direncini kırması gibi, kendisine zevk veren alışkanlıklarından uzun süre kopmak da insanlarda benzer bir gerginlik yaratıyor.
Coğrafya ve tarih kaderimizin parçasıdır
İçinden geçmekte olduğumuz süreci farklı bir zihinsel çerçeveye oturtmak yaşanılan gerginliği hafifletebilir ve bir başka boyuta taşıyabilir. Bunun için mümkünse arkanıza yaslanın ve şunları hayal edin: Kendinizi 1880, 1890, 1900 yıllarında Osmanlı toprağında doğmuş bir kadın ve erkek olarak düşünün. Çevrenizdeki etnik hareketlenmeler nedeniyle doğup büyüdüğünüz ve o zamana kadar yurt bellediğiniz toprağın güvenli olmadığını anlıyorsunuz ve Anayurt olarak bildiğiniz Anadolu toprağına doğru yola çıkmaya karar veriyorsunuz. Kuşaklar boyu birikmiş olanları bir deng yapıp bağlayıp yola çıkıyorsunuz. Yolda başınıza gelmesi muhtemel olayların neler olabileceğini düşünün. Hastalıklar, soygunlar, aileden ölümler ve daha nice kötüleri… Nihayet Anayurt’a vardığınızda derin bir nefes alamadan ailenin erkeklerinin çeşitli cephelere gönderiliyorlar. Bundan sonra kaderde ne varsa o yaşanıyor. Bazıları için Almanların peşine takılarak Trablusgarp’a gidiyor ve orada Alman’ların ihanetine uğrayıp İngiliz’lere terk edilmek, bazıları için Arap Yarımada’sında Yemen çöllerinde, bugün paçalarından para ve altın fışkıran Müslüman din kardeşlerimiz Arap Şeyh’lerinin dedelerinin ihanetine uğrayıp sırtından hançerlenmek, bazıları için kötü yönetim sebebiyle Sarıkamış’ta donarak ölmek, bazıları için Çanakkale’de cephelere arasında 10 metre mesafede hücuma kalkıp öleceğini bilmek, sonra Büyük Savaş’ın galiplerine karşı varoluş savaşı vererek bugün özgürce nefes aldığımız topraklarda egemenliği pekiştirmek. Bu arada yolu İstanbul’a düşenlerin ve savaş dışında kalanlar payına dört yıl onbir ay Yunan, İngiliz ve Fransız bayrakları altında yaşamak, işgalcilerin ve azınlıkların her türlü aşağılama ve tacizine katlanmak düşüyor. Bu sürede o insanlara ümit ve hayat veren tek ışık, 23 Nisan’da Ankara’da açılan meclis oluyor. Daha sonra fakir ancak mağrur ve gelecekle ilgili umut içinde olan insanlar Cumhuriyeti ve bugünün Türkiye’sinin temellerini atıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun borçları ve Birinci Dünya Savaş tazminatından kaynaklanan, ekonomist Mahfi Eğilmez’in hesaplamasına göre, 600 milyar dolarlık yükümlülüğü ödüyorlar. Bunlar büyük anne ve büyük babalarımızın anne ve babalarının yaşadıkları için sıradan örnekler. (Dipnot’a bak)
Günümüzün koşulları
Konda’nın 2019 yılında yaptığı araştırmaya göre Türkie’de insanların % 70i “imkanım olsa yurtdışına giderim”, % 82si “mümkün olsa çocuğumu yurt dışında okuturum” diyor. Gidilmek istenen yer büyük çoğunlukla Batı Avrupa. Bu bölgede 75 yıl önce yaşananları hatırlamaya çalışın. Bombardımanla yıkılmış ve harabeye dönmüş kentler. Çalan sirenlerle sığınağa koşan ve hava bombardımanı bittikten sonra çıktıklarında evlerini bulamadıklarında “iyi ki içinde değildik” diye şükreden insanlar. Daha sonra hayatta kalanlar 12-14 saat çalışarak bugün insanlarımızın yaşamak istedikleri bir dünyayı yaratıyorlar.
Üç kuşak önceki büyüklerimizden “savaşmaları” istenmiş ve onlar savaşmışlar, bugün bizden beklenen ise “evde kalmamız, kalabalığa karışmamız, maske takmamız ve insanlarla mesafemizi korumamız”.
Eğer üzerinizde bir çatı, buzdolabında ertesi gün yiyeceğiniz yemek ve evinizde hayatı paylaştığınız bir aileniz varsa şikayet etmeden ve bunalımınızı çevrenizdekilerle paylaşmadan önce bir kere daha düşünün. Devlet memurlarının dışında özel sektörde çalışanların sadece yüzde beşi işi ile ilgili endişe duymuyor. Siz de bu grupta yer alan mutlu azınlık arasındaysanız bir kere daha düşünün.
Yazının çok önemli bir mesajını da etkili olması için en sona sakladım. Alışveriş yapmak için bakkal ve markete girdiğinde çevresindeki insanlardan rahatsız olup en kısa zamanda kendini dışarı atmak isteyenlerin, günün 12 saat ve daha fazlasını virüs taşıyan insanların arasında geçirip onları sağlıklarına kavuşturmak için hayatlarını tehlikeye atan her düzeydeki sağlık çalışanlarını düşünmeleri iyi olur. Bu insanlara borcumuzu en azından daha fazla saygı göstererek ödeyebiliriz.
Sonuç
Yaşadığımız tarih dilimi ve coğrafya kaderimizin bir parçasıdır. Bizim payımıza dünya ile birlikte pandemi dönemi düştü. Tarih sıradan ve gündelik hayatlar yaşayan kitlelerin yaşadıkları hak etmedikleri acılarla dolu. En basitinden daha on yıl önce, kendi dirlik ve düzenleri içinde yaşayan güney komşularımızın başına gelenleri düşünürsek, ne kadar şanslı olduğumuzu görür belki onlara karşı da daha şefkatli olabiliriz. Ne dersiniz yaşadıklarımıza bir de bu açıdan bakmak, bu yönde bir zihinsel düzenleme yapmak sıkıntımızı biraz olsun hafifletmeye yardımcı olur mu?
Dipnot: Bu süreçte yaşananlara anlamak, sahip olduklarımızın değerini bilmek ve çocuklarımıza da anlatabilmek için iki kaynak kitap.
- Zeytindağı. Falih Rıfkı Atay
- Esir Şehrin İnsanları. Kemal Tahir
☆Bu yazi Sayın Acar Baltaş tarafindan kendi adini tasiyan blog sitesinde yayınlanmıştır.