Afet Sonrası Ruh Sağlığı

Reading Time: 4 minutes

Kriz, bilinen çözümlerin sorunu çözmeye yetmediği durumlara verilen isimdir. Afet ise insanlar için fiziksel, ekonomik ve sosyal kayıplara neden olan, normal yaşam akışını durduran, toplumu etkileyen ve yerel imkanlar ile çözülmesine mümkün olmayan olaylardır. Can kaybı, bireyler için yıkımın ekonomik boyutu ve gündelik olağan hayatın bütünüyle durması durumun ciddiyetini artırmaktadır. İçinden geçmekte olduğumuz süreç bir doğal afetin neden olduğu kriz durumudur.

Diğer taraftan afet sosyal psikologlara göre siyasal bir olaydır. Önlenemez doğal bir afetin felakete dönüşmesi veya dönüşmemesi ve yaşanacak travmanın derinliği, afet öncesinde yapılan ve yapılmayanların sonucudur. Afet sonrasında yaşanan yıkımın boyutu, arama-kurtarma çalışmalarının hızı, kurtulanlara sunulan sağlık hizmetinin niteliği, sağlanan barınma ihtiyaçları ve topluma yeniden uyum, afet öncesi hazırlık düzeyiyle ilgilidir. Bu nedenle araştırmalar gelişmiş ülkelerde yüzde 36 düzeyinde olan yıkım ve kaybın, gelişmekte olan ülkelerde yüzde 68 olduğunu ortaya koymuştur. Afetlere hazırlıksızlık, afeti felakete dönüştürmektedir.

Deprem sonrası desteğin öncelik olduğu guruplar sırasıyla çocuklar, engelliler, yaşlılar, kronik hastalığı olanlar ve kadınlardır. Devletin koşulsuz olması beklenen koruma ve kurtarma çalışmalarında bu gurupların öncelikli olması beklenir. Bu süreç içinde zarar görenlerin yaşadığı öfkeyi doğal karşılamak gerekir ve öfkelenenlere öfkelenmek anlamlı değildir.

İyileşme süreci etkilenen her gurup için farklı yaklaşımlara ihtiyaç gösterir. Enkazdan çıkanlar, yıkım altında kalmadan kaçmayı başaran ancak günlerde olan bitene tanık olanlar, görevli veya gönüllü olarak kurtarma etkinliklerine katılanların, afet bölgesi ile yakın aile ve dostluk ilişkileri olanların etkilenme düzeyleri farklıdır.

Diğer taraftan günlerce televizyondan veya sosyal medya üzerinden enkaz ve kurtarma görüntülerine maruz kalan, afetin içinde yaşamadıkları halde, olayları televizyon ve sosyal medya bağlantılarından izleyen Türkiye’deki milyonlarca insan gelişmelerden derin bir şekilde etkilenmiştir. Ekranda sürekli olarak yıkım ve kurtarma görüntülerini izlemek toplumun ruh halini bozmuş ve birçok kişide depresif belirtilerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu belirtiler arasında üzüntü, enerji kaybı, genel bir isteksizlik hali ve suçluluk duygusu en başta gelenlerdir. “İçimden hiçbir şey yapmak gelmiyor” duygusu en yoğun duygudur.

Kontrol duygusunun kaybı

İnsan yemek ve içmekten sonra en çok güven ve güvenliğe ihtiyaç duyar. Cinsellik dahi temel ihtiyaçların ilk basamağında bu sıralananlardan sonra gelir. Altındaki toprağın hareket ettiğini ve üzerindeki çatının yok olduğunu görmek, en çok ihtiyaç duyulan güven duygusunun kaybolmasına neden olur. Doğa karşısındaki yetersizlik ve aczini kabullenmek, insan ruhunda derin bir yara açar. Bu yara bazılarında hayat boyu iyileşmez, bazıları ise bunu daha kolay sineye çeker ve hayatına devam eder.

Bu yaranın bazı insanlarda çok derin olması ve hayatı zorlaştırması, travma öncesi kişilik özellikleriyle ilgilidir. Hayat ve çevre üzerinde kontrol ihtiyacı yüksek olanlar, bastıkları toprağın güvenli olmadığı gerçeğini kabul etmekte zorlanır. Bu insanlar gündelik hayatlarında iş yerinde görevleri delege etmekte ve insanlara güvenmekte zorluk yaşayanlardır. Ayrıca olayı tekrar tekrar yaşamak ve düşünmek, deprem ve kurtarma görüntülerini izlemekten kendini ala koyamamak, psikolojik rahatsızlığı artırır. İnsan anlam arayan bir canlıdır. Maddi ve manevi varlığının kendi kontrolü dışındaki koşullara bağlı olduğunu hissetmek iyilik hali üzerinde yıkıcı etki yaratır.

Çeşitli düzeylerde olayın içinde yer alanlara gelince. Afet sonrası ortaya çıkan travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) en derinden gelişen ve tedavi edilmesi en zor olanıdır. Çünkü yakınlarını kaybetmek ve ekonomik yıkım hayat boyu silinmeyecek yaralar açar.

İnsanlar tarih sahnesinde görülmeye başladıklarından bu yana toplu yaşamışlardır. Bu nedenle yardımlaşma, dayanışma ve işbirliği insan doğasının bir parçasıdır. Türkiye’de yaşadığımız olağanüstü kenetlenme de toplumsal erdemlerimizin yanı sıra, insan doğasındaki bu özelliğin sonucudur. Ancak heyecan bitince dayanışma duygusunu kaybetmek çok sık görülen bir durumdur. Gölcük, İzmit, Van ve Düzce depremlerinden sonra yaşanan budur.

Kabul etmek gerekir ki, bu süreci yaşayanların büyük çoğunluğu hiçbir zaman tam olarak iyileşmeyecek ve eski durumlarına dönemeyecektir ancak kayıpları ve geride kalanları için yapılması gerekenlerin yapıldığını bilmek hafifleticidir. Enkaz altında son dileği sorulan kişinin söyleyeceği, “geride bıraktıklarıma, özellikle çocuklarıma sahip çıkın” olurdu.  Önümüzde uzun bir yol var. Bu nedenle gücümüzü ve enerjimizi idareli kullanarak, dayanışma ve yardımlaşmayı sürekli kılmalıyız.

Bizi ne bekliyor?

Global İklim Riskleri Endeksi gelecek 20 yıl içinde yarım milyon insanın doğal afetler nedeniyle hayatını kaybedeceğini öngörmüştür. Afet kategorisinde tanımlanmış olan 55 afet türünün 21 tanesi Türkiye için geçerlidir. Bu nedenle sadece bu depremin yaralarını sarmak değil, bundan sonraki afetlere de hazırlıklı olmak gerektiği açıktır.

Acil yardım merkezleri oluşturmak, toplanma alanlarını belirlemek, yemek dağıtım merkezlerini hazır tutmak, ciddiyetle yürütülen deprem tatbikatları yapmak ve bunları kalıcı kılmak önemlidir. Her iyileşme süreci gelecekte benzer problemleri çözmek için bir fırsattır. Şimdi biz de bu süreci ya bir fırsat olarak kullanacağız veya kısa sürede unutulup, iş işten geçtikten sonra “ders sen öğreninceye kadar devam eder” diyen Şaman bilgeliğini hatırlayacağız. Yaşananlardan ders çıkartmak “kaderimiz olan coğrafyanın” kurbanı olmaktan kurtulmaya imkân verir.

Her sorunun hızlı, kolay ve ucuz bir çözümü vardır. Ancak bu çözüm her zaman sonraki daha büyük bir sorunun temelini oluşturur. Kısa süreli çözümler yerine uzun dönemde sorunları önleyecek alanlara yatırım yapmak sivil iradenin kendini hissettirmesiyle mümkündür. Deprem vergilerinin afetlere hazırlık için kullanılmasını talep ve takip etmek bu konuda iyi bir örnektir.

Ne yapmalı?

Böyle zorlu bir süreçte insanın ruh sağlığını koruması ve sağlam kalması için üç temel, iki de ikincil önerim var. Temel önerilerin birincisi “işimize odaklanmak”tır. Ruh sağlığını korumanın en önemli adımı “anlamlı bir üretim içinde olmaktır”. Bu nedenle işinizi yapın, özellikle de her zaman yaptığınızdan daha iyi ve özenli yapmaya gayret edin. Günlük rutininizi koruyun. Gerek televizyon ekranlarından gerekse sosyal medya hesaplarından deprem haber ve görüntülerinden uzak durun ve bu kanalları kısa bir süre için ve sadece bilgi almak amaçlı kullanın. Sosyal medya hesaplarından size gönderilen mesajları, başkalarına göndermeden önce iki kere düşünün. “Bu mesajı neden gönderiyorum? Bu mesajı alanın hangi duyguyu yaşamasını istiyorum?” Sorularını kendinize sorun.

İkinci öneri eğer afetten etkilenen insanlara karşı sorumluluk hissediyorsanız kendi paranız, zamanınız, varsa fikir ve girişimciliğinizi kullanarak onların hayatına katkı sağlayacak bir girişimde bulunun.

Üçüncü öneri de sadece muhtemel İstanbul depremi için değil, tüm afetler için, bu kez yaşanan organizasyon sorunlarının yaşanmaması için, sivil toplum örgütlerinde görev alın. Böyle bir etkinlik insanın anlam arayışına da katkıda bulunur ve iyileşme sürecini hızlandırır.

İkincil önerilere gelince: Sahip olduklarınızın (maddi ve manevi) kıymetini bilin. Bu konudaki farkındalığınızı geliştirin. Daha sonra da dertleriniz ve sıkıntılarınızı düşünün ve bunların ne kadar önemli olduğu konusunda bir kere daha düşünün.

Süreci ekrandan izleyenlerin yaşadıkları suçluluk ve öfke duygusu değerlidir. Yüreğinde empati kırıntısı barındıran her insanın acı, üzüntü, keder, çaresizlik, mahcubiyet ve sorumluluk duyması normaldir. Bu duyguların altında ezilmemek için yası dönüştürmek ve acıdan fazlasını bulmak gerekir. Bunu için ileri doğru hareket etmek, suçluluk veya öfke duygusunun amaçlı eyleme dönüşmesini sağlar.

Sonuç

Beslenmeden sonra insanın en temel ihtiyacının güven ve güvenlik olduğunu yazının en başında belirtmiştim. Yaşadığımız deprem bu ihtiyacımızı zedelemiş ve hayatın bütünüyle kontrolümüzün altında olmadığını göstermiştir. Üç yıl önce güvende olmak için evimize sığınırken, şimdi evimizin güvenli bir sığınak olmadığını iliklerimize kadar hissettik. Depremin ne zaman geleceği bilinmediği için evimizin sağlam olmasının önemi sınırlıdır. Bu nedenle bu duyguyla beraber yaşamayı öğrenmek ve alışmak zorundayız. Belki bu duygu, göçmenler gibi çevremizde iradeleri dışında koşullara katlanmak zorunda olanlara karşı, empati duygumuzu geliştirmek ve onlarla bağ kurmamıza yardımcı olabilir. Bu da bizi daha olgun ve bilge bir insan yapar.

Unutmamak gerekir ki, yaşadığımız türden toplumsal travmalar toplumun birbirine kenetlenmesiyle ve süreç içinde iyileşir. Yalnız bırakılma duygusu travmanın kendisi kadar ağırdır. Yardım etme ve iyilik yapma duygusunun, anlam arayışına da temel oluşturarak güçlü bir iyileştirici etkisi olduğu, bilimsel olarak kanıtlanmıştır.

 

**Bu yazı Sayın Acar BALTAŞ tarafından yazılmış olup kendi ismini taşıyan blog sitesinde yayınlanmıştır.

About The Author