Distopikten Ütopik Dünyaya
Ortak paydalarda buluştuğumuz arkadaşlarla uzun zaman görüşmemenin bazı güzel yanları var. Kafası çalışıyor bir de dünya görüşü güzelliklerle doluysa nitelikli oluyor bu karakterlerle buluşmalar. Seyrek buluşabildiğim arkadaşımla, katını saymaya üşendiğim gökdelenlerden birinin altındaki restorana oturduk. Beton ve metal karışımını sevmediğim için yeşili ve gök mavisini görebildiğim bir adreste buluştuk. Allah var mekanın mimarisi ve menüsü ince zevkin eseri, keyifli bir yer. Berimizde ParkOran koruluğu, gerimizde Meksika mimarisi. Misafirimle işimiz gereği konserler, festivaller derken cümleler içinde dünyayı turlamaya başladık. Falanca ülkenin filanca kültürü, mimarisi, bazilikası, köprüsü, yapısı derken bir de baktık gözlerimiz ışıl ışıl, heyecandan koltuğun ucuna kaykılmış halde memleketimizi anlatıyoruz.
Ne yazık ki henüz gidip ortamını, kültürünü yaşayamadığım birçok değerde özel yer var. Eksik olmasına karşın gidip gördüğümüz, doğasına, yapısına aşık olduğumuz, geleneklerin altında ki derin mesajları algılayıp “Vay be, bu hiç aklıma gelmemişti!” dediğimiz, endemik yapısıyla muazzam bir tablo gibi duran bitkilerin özünde ne tür şifa dağıttığını öğrendiğimiz (kimyasallara savaş açmamak için barışçıl yanıma sarılmak durumda kaldığım), Yaradan’ın lütfunu gözümüz gördüğü, gönlümüz sezdiği zaman bir kere daha aşık olduğumuz coğrafyamızı kendi kendimize anlat anlat bitiremedik. E nihayetinde yetmiş iki buçuk millet bu topraklarda boşu boşuna yüzyıllarca yaşamamış. Yaşarken de bizlere birçok kültür, yapı ve öğreti bırakmış.
Peki biz bu denli zenginliğe sahibiz de neden elin Avrupalıları gibi bu zenginliklerden daha da zengin olamıyoruz? Bu matematiği hemen hemen hepimiz düşünmüşüzdür herhalde. Adamlar reklam işini çözmüşler ve en önemlisi geçmişe saygının ve sahip çıkmanın onlara katacağı değerin farkındalar. Rant peşinde koşturmadıkları, daha doğrusu keskin yasalarla koşturamadıkları için bizler gibi ‘Geçmiş toplumun izlerini yok et, geleceği kendin için inşa et’ bencilliğinde olamıyorlar.
Öte yandan, turistik amaçlı gezdiğimiz yerlerin bence bizler için önemli bir yeri daha olmalı. O da geçmişten ders çıkarıp geleceği ona göre inşa etme şekli. Rehber eşliğinde gezdiğimizde ne hükümdarlar ne krallıklar ve sultanlıkların hikayesini dinliyoruz. Hepsinin doğma, büyüme ve yıkılma izlerinin etrafında geziniyoruz. Bu gezilerimizde eğer tarih tekerrürden ibaretse ki ibaret, ders çıkarmayı bilmeliyiz. Tarih kitaplarını okurken “Teoriyle değil pratikle öğrenirim” diyenler için turistik geziler pragmatik bir yöntem, ha ne dersiniz? Her dönemin ve tüm milletlerin gerileme ve yıkılma sebeplerinin aynı olduğunu siz de fark ettiniz mi? Ortak paydaları, halk faydacılığından uzak bir yönetim şekli ve gelişmeleri reddetme inadı.
Bir nevi distopyadan bahsediyorum aslında. Yani geçmişin izleriyle, tecrübe ve bilgileriyle geleceğimizi görebilme ve hatta kabullenme şekli. Kaçınılmaz son!
Tüm bu kaçınılmaz sona rağmen biz insan evlatları hayal kurmaktan da vazgeçmiyor, yazgıyı reddediyoruz. Bilirsiniz ben hayalciyimdir. Hayaller insanı ayakta tutar ve hatta alternatif çözümler buldurur. Ama şimdi benim hayallerime değil toplumsal hayallere yani ütopik açıya değineceğim. Geçmişten günümüze yaşanan tüm gerçekliklere karşın, tarihin tekerrürden ibaret olduğu yaşama yasasına rağmen, gerçek hayatta olamayacak kadar güzel, ferah, hümanist, mükemmeliyetçi bir şekilden yani ideal toplumdan bahseden ütopyaya gözümü çevireceğim.
Malum, doğadan kısmen ya da tamamen ilişkimiz kopuyor. Yabani çevreden uzaklaşırken, cânım çevreyi katledip, doğayı öldürüyor sonra da yapaylığın esiri oluyoruz.
Ekonomiyi birkaç dev şirketin yönettiğini fark edince manipülelerin boyunduruğundan kurtulamıyor, cinnet geçiriyoruz.
Topluma ve en önemlisi kendimize olan ahlaki güvenimizi yitiriyor, tehlikeli ideolojilerin kurbanı oluyoruz. O zaman ne demeye ısrarla distopik takılıp duruyoruz. Madem gerçeklikler bu denli ürkütücü o zaman gelin el ele ütopik dünyaya pik yapalım.
Şimdi ben bu konuya nereden geldim?
Garsoon!