Dünya Nereye gidiyor? (İyiye mi, kötüye mi?)
Bu soru birçoklarına anlamsız gelebilir çünkü son zamanlarda gerek iş ortamında gerekse sosyal ortamda bulunduğum bütün topluluklarda büyük bir karamsarlık seziyorum. İstisnasız herkes dünyanın kötüye gittiği yönünde fikir birliği etmiş durumda. Enerji ve ümit dolu olduğum gençlik yıllarımda gazetelerde bazı yaşlı yazarların, kentin ve ülkenin bozulduğu ve dünyanın da giderek yaşanmaz bir yere dönüştüğü yolunda yazılarını tebessümle okur ve bunu onların içinde bulunduğu yaşlılık duyguna verirdim. Şimdi sadece çevremdeki yaşıtım okul arkadaşlarım arasında değil, gençlerden oluşan gruplarda da aynı duygu durumu ve dünyaya bakışın olduğunu görüyorum.
Özellikle meslek sahibi, iyi eğitimli, yaşıtlarının gıpta edeceği işlerde çalışan genç profesyonellerle birlikte olduğum zaman karamsarlıklarının derinliğini ve çaresizliklerini gözlüyorum. Son zamanlarda sık yapılan şaka tekrarlanıyor: “Bütün kötü şeyler bizim kuşağın başına geldi. Ne kadar şanssızız, bir meteor çarpması eksik kaldı. Bir de meteor çarpsa, biz de altın vuruşla dünyaya veda etsek”. Kendi bakış açılarından son derece emin olan bu gençleri bir tartışma zemininde ikna etmeye çalışmanın gerçekçi olmayacağını biliyorum. Bu nedenlerle son zamanlarda katılacağım toplantılardan önce katılımcılara iki soruluk bir ödev vererek toplantı öncesinde düşünmelerini sağlıyorum. Birinci soru: “1890 Yılında Osmanlı toprağında veya Anadolu’da doğmuş olsaydınız neler yaşardınız?”. İkinci soru: “Aynı yılda bugün yaşamak istediğiniz bir Avrupa ülkesinde doğmuş olsaydınız ne yaşardınız?”. Bu iki soruya hazırlananlar savaşları, göçleri, salgın hastalıkları, toplu imhaya neden olan cephe savaşlarını hatırlayıp, yaşanabilecekleri bugün olumsuz olarak gördükleri koşullarla kıyaslama şansı buluyor ve şaşırıyorlar. Ayrıca kendilerine 1920 yılında yaşam süresinin savaş ve pandemi nedeniyle 35’ten 25’e düştüğünü hatırlatıyorum. Böylece zeki olanlar ikinci büyük savaşta kadar yaşayıp da o zaman ölecek kadar bile şanslı olamayacaklarını fark ediyor.
“HEY GİDİ GEÇMİŞ GÜZEL GÜNLER…”
Otuz yaşındaki insanlara, yirmi yaşında vakit geçirdikleri kafe, eğlence mekanlarını sorduğunuzda, oraların bozulduğunu ve eski havasının kalmadığını söylerler. İnsan arkadaşlarıyla iyi vakit geçirdiği zamanlar ve mekanlarda yaşadığı duyguyu özler. Arkadaşlar gidince ve ilerleyen yaş farklı sorumluluklar yükleyince, mekan ve ortam çekiciliğini kaybeder. Elli yaşın üzerindeki hemen herkes gençlik yıllarının daha güzel olduğunu düşünür ve o günlere özlem duyar. Ancak son yıllarda konuştuğum herkesin ülkeden ve dünyadaki gelişmelerden kaygı duyduğunu ve her şeyin daha kötüye gittiğini düşündüğünü görüyorum. Gerçekten de karamsar olmak için çok sayıda neden var. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarındaki gibi büyük sayıda ölümler olmasa da bölgesel savaşlarda insanlar ölüyor, aşırı avlanma denizlerdeki hayatı tehdit ediyor, mercanlar ölüyor, kutuplar eriyor, atmosfere yayılan zehirli gazlar sera etkisi yaratıyor, dünya ısınıyor, göç yolunda ölüm haberleri gündemden düşmüyor.
Bu kadar çok olumsuz gelişme ve bilgi üzerine Türkiye’nin de dahil olduğu “Dünya iyiye mi gidiyor, aynı mı kalıyor yoksa kötüye mi gidiyor?” sorusuna cevap arayan bir araştırmaya başvurdum. İlginç bir şekilde beş kıtadan otuz ülke arasında Türkiye’nin yüzde seksen oranında Dünya’nın kötüye gittiğini düşünenler listesinin en başında olduğunu gördüm. Aynı zamanda bu konuda yalnız olmadığımızı çünkü araştırmaya katılan ülkelerin tamamında dünyanın kötüye gittiğine inanların oranının yüzde 78 ile 55 arasında değiştiğini gördüm.
Bunun üzerine genel algının ne ölçüde gerçeği yansıttığını anlamak için verileri incelemenin doğru olacağını düşündüm. Çünkü insanın “öngörülebilir şekilde akıldışı” olduğunu ortaya koyan Kahneman’ın Nobel Ödülünü, bu görüşü kanıtlayarak aldığını biliyorum. Bunun için çok sayıda uluslararası ödülün sahibi doktor, akademisyen ve saygın araştırmacı Hans Rosling’in “Factfulness” kitabındaki verilere odaklandım. Bu değerlendirme sonucunda Dünyanın kötüye gittiği konusundaki yaygın inancın; büyük veriyi ve temsil oranını göz ardı etmek, seçici algı, rastlanma sıklığı gibi belirli düşünce hatalarından kaynaklandığını gördüm.
DÜNYADA İYİYE GİDENLER
Kadınlara oy hakkı veren ülke sayısı 1900 yılında sadece bir, bugün ise 197 ülkenin 193 tanesinde kadınlar oy kullanıyor. Bilimsel akademik yayın sayısı 1900 yılında 1000 ile sınırlıyken, 2016 yılında 2.550.000’i geçmiş. Okur yazar oranı 1800 yılında yüzde 10’dan, bugün yüzde 86’nın üzerine çıkmış. Türkiye’de 1923’de yüzde 4 olan okur yazarlık, günümüzde yüzde doksanın üzerinde. Kız çocuklarının okullaşma oranı 1970 yılında yüzde 65 düzeyindeyken, bugün yüzde 90’ı geçmiş. Bir yaş altındaki çocukların aşılanma oranı 1980 de yüzde 22’den, 2016 da yüzde 88’e ulaşmış. Ortalama yaşam beklentisi 1800 yılından1935 yılına kadar sadece 4 yıl atmış, bugün ise 72. İlkel toplumlarda şiddet sonucu ölme sıklığı yüzde 15, bugün bu oran 500 defa daha az. Moore yasasını işaret ettiği gibi elektronik alanda icatlar her yıl verimliliği iki katına çıkartıyor, maliyeti ise yarıya indiriyor.
Buna ek olarak olumsuz alanlarda görülen gelişmeler de ilginç. Örneğin 1800 yılında kölelik 195 ülkede yasalken, 2015 yılında sadece üç ülkede çeşitli biçimlerde yürürlükte. Bundan 30 yıl önce büyük bir tehdit olan HIV enfeksiyonuna bir milyon kişide rastlanma sıklığı 549’dan, 2016 da 241’e düşmüş. 0-5 Yaş arası çocuk ölümü 1800 yılında yüzde 44’ten 2016 da yüzde 4’e gerilemiş. Kızamık hastalığından ölüm sıfıra inmiş. Açlık ve yetersiz beslenme oranı 1970 yılında yüzde 28’ten, 2015’de yüzde 11’e gerilemiş.
Dünyanın her yerinde insanların sarsılmaz biçimde kötüye gidiş olduğuna inanmasına, sistematik düşünme hataları neden oluyor. Bugün Malezya’da her bin çocuktan 14 tanesinin beş yaşına gelmeden ölmesinin ne anlama geldiğini anlamak için, 1960 yılına ait 93 ölümle kıyaslamak gerekir. Türkiye’de 0-5 yaş arası çocuk ölümleri binde 17.7’den, 2020 yılında 10.7’ye düşmüş. Bu sayıları bugün hala kötü sayanlar olabilir ancak daha kötü olan geçmiş sonuçlardan daha iyidir. Yukarıda sıraladığım bütün verileri bu yönde yorumlamak, iyimser veya kötümser bakış açısı ile değil, gerçekçi perspektife yerleştirmek nesnel açıdan uygun olur. 1966 yılında dünya nüfusunun yarısı günde iki dolardan daha az kazanırken, 2017 de nüfusun yüzde 9’u iki dolarla yaşamaya gayret ediyor. Bu insanların acı dolu yoksulluğunu hikaye eden bir makale veya belgesel hepimizi duygulandırıyor. Bu arada altmış yılda sağlanmış olan gelişmeyi kolaylıkla gözden kaçırıyoruz çünkü bize bu insanların yaşamındaki yokluğu aktaranlar, hikayelerinin etkisini azaltmamak için bu bilgiye yer vermiyorlar
NEDEN OLUMSUZ AĞIR BASIYOR?
Evrimsel psikoloji açısından insan hayatta kalmak için olumsuza ve tehlikeye duyarlıdır. Habere konu olan “kan”, haberin okunmasını sağlar. Ayrıca dünyanın kötüye gittiği algısının arkasında geçmiş hafıza kayıtlarının olumsuzu tutma eğilimi, medyanın olumsuzlukları seçici yayınları ve iyiye gidiş olduğunu söylemenin yanlış olacağı duygusu yatar. İnsanlar kendi tarihlerini de ülke tarihlerini olduğundan daha iyiymiş gibi hatırlar. Bu nedenle medya için iyi haber, belirli bir konuda yavaş bir iyileşme veya gelişme, haber niteliği taşımaz. Benzer şekilde sık tekrarlanan kötü haberler olumsuz olayların arttığının işareti sayılır.
Bütün bu gelişmeleri belirtmekle birlikte harika ve pembe bir dünyada yaşadığımızı iddia etmiyorum. İyimserliğin iyi bir şey olmadığını her konuşmamda belirtirim. “Hayatın Hakkını Vermek” kitabımda iyimserlerin daha kısa yaşadığını 80 yıllık bir kohort çalışmaya dayanarak yazmıştım. Dünyayı tehdit eden büyük riskler olduğu konusunda hiç şüphem yok. Diğer taraftan birlikte olduğum genç profesyoneller, Türkiye’de yaşayan yaşıtlarına kıyasla ne kadar şanslı olduklarının farkında değiller. Bugün Türkiye’de yaşayan insanların yarısından çoğu bu insanların sahip oldukları sorunları hayal bile edemez, diğer yarısının da önemli bölümü, bu sorunlara sahip olmaya can atar.
DÜNYAYI TEHDİT EDEN RİSKLER
Pandemi: 2012’den bu yana Dünya Ekonomik Forum’nun bütün raporlarında, kontrol edilemeyen grip virüsünden kaynaklanan pandemi listenin başında yer almıştır. 2020 de yaşadığımız pandemi, bundan sonrası için gereken önlemlerin alınması için ders niteliğindedir.
Finansal çöküş: Hikayesini tarih kitaplarından okuduğumuz “1929 Büyük Buhranı”, 2008 de tekrarlandı ve Covid 19 Pandemi’sinde olduğu gibi, sınırların yapaylığını ve birbirimize ne kadar bağlı olduğumuzu gösterdi.
3. Dünya Savaşı: Böyle bir savaş, bir düşünürün dediği gibi, dördüncü dünya savaşının taş ve sopalarla yapılması sonucunu doğuracak kadar büyük bir tehlike taşımaktadır
İklim değişikliği: Bunun için dünyada bir dayanışmaya ihtiyaç vardır. Bu dayanışmada bedelin karbon emisyonuna sebep olan gelişmiş ülkeler tarafından ödenmesi, hem kaynak zenginlikleri hem de sorumlulukları nedeniyle gereklidir.
Derin yoksulluk: Bu yoksulluk düzeyinde yaşayanların, bileşik kaplar ilkesi uyarınca her şeyi göze alarak gelişmiş ülkelere göç etmesi kaçınılmazdır. Yüzlerce yıldır Afrika, Asya ve Güney Amerika’yı sömürge yaparak, bugünkü refah düzeylerini, bu bölgedeki zenginlikleri kendi ülkelerine transfer ederek, gerçekleştiren ülkelerin sorumluluk üstlenmesi gerekir. Aksi takdirde çizdikleri sınırların arkasında rahat ve huzur içinde yaşamaları mümkün olmayacaktır.
Kusursuz bir dünyada yaşamıyoruz. Birçok sorunla boğuşuyoruz. Ancak bir bölgesel savaş içinde değilsek, insanlık tarihinde şanslı kuşak sayılabileceğimiz bir kuşak olduğumuz gerçeğini hatırlamakta yarar olduğunu düşünüyorum. Hiç şüphesiz bizim kısmi rahatlığımızı sağlayanın ekmeğin fiyatını bilen ve sıvasız evlerde yaşayan ailelerin çocukları olduğu gerçeğini göz ardı etmiyoruz.
SONUÇ
“Sadece olumluya odaklanalım ve kötüleri görmezden gelerek, hayal içinde pembe bir dünyada yaşayalım” demek istemiyorum ve amacım kesinlikle iyimserliği teşvik etmek değil. Ancak sahip olduklarımızı fark etmek, çevremizde güzellikleri ve olumlu olanları görmenin ve bunları dile getirmenin, yanlış ve kötü olanları düzeltmek için güç ve cesaret vereceğini hatırlatmak istiyorum. Kapalı bir havada uçağa bindiğimizde kasvetli ortam bizi bunaltır ancak bulutun üstüne yükseldiğimizde güneşin aydınlattığı parlak dünyayı görürüz. Enerjimizi değiştiremeyeceğimiz konulara değil, değiştireceklerimize çevirmek, güneşinin altında yaşadığımız dünyanın sunduğu fırsatları görmemize imkan verecek ve hoşnut olmadıklarımızı da değiştirmek için elimizdekilerden yola çıkarak sorumluluk almamız gerektiğini bize hatırlatacaktır.
*Bu yazı Sayın Acar BALTAŞ tarafından yazılarak kendi ismini taşıyan blog sitesinde yayınlanmıştır.