Nörobilimin bu soruya cevabı evet. Klasik öğrenme sürecine geçmeden evvel Howard Gardner’in çoklu zekâ kuramına kısaca değinmek istiyorum. Gardner’a göre sanılanın aksine zekânın tek bir türü yok, yani çocuğunuzu zeki olarak niteleyebilmek için onun matematik sınav sonucuna da ihtiyacınız yok. Gardner, toplamda 9 farklı zekâ türünden bahsediyor. Bunu bir terazi gibi düşünün, beyniniz her konuda aynı seviyede yüksek performans gösteremez, birine eğilirseniz diğer kısım körelir. Her birimizin dünyayı algılayış biçimi ayni olmadığı gibi, hafıza türlerimiz de buna göre farklılık gösterebiliyor. Bu noktada yapmamız gereken, öne çıkan zekâ türümüzü belirlemek ve onu olabildiğine sivriltmek olacak. Bana göre, her bir kimsenin öne çıkan zekâ türü kalıtımsal olarak yavruya aktarılıyor. (Doğuştan sahip olduğumuz refleksler de bunu doğrular nitelikte.) Yani 9 tane sivri çubuk düşünün, atalarımızın yetilerine göre, doğduğumuz andan itibaren bu çubuklardan bir ya da birkaçı diğerlerine oranla daha uzun oluyor. Yani özellikle çocukluk döneminde bu sivrilen yetileri belirleyip, çocuğu ona göre yönlendirmek, çocuğun gelecekteki başarısını ve buna müteakiben mutluluğunu da aynı orantıda etkileyecektir. Kendi çevremden gözlemlediğim üzere yalnızca fiziki ihtiyaçları karşılamak amaçlı girilen tüm işler insana gerçek anlamda eziyet veriyor. Karnı tok ama mutsuz insanlar. Hem kim müziksel-ritmik zekâsı gelişmiş vaziyetteyken, ona oranla çok daha düşük konumda olan matematiksel zekâ ile hayatını bir muhasebe memuru olarak idame ettirmek istesin? Yaşamını en azından vasat seviyede sürdürebilmesini arzulayan iyi niyetli ve ihtiyatlı ebeveynleri dışında tabii. Ama bu, çocuğa kötülük yapmaktan başka hiçbir şey değildir.
Bu noktada beynin öğrenme sistemine dönersek, bunları çok akademik terimlerle anlatmaktan yana değilim. O sebeple bunları öğrenirken beynimde canlanan görüntülerden ya da okuduğum yazarların verdikleri örneklerden yola çıkarak betimlemeye çalışacağım. Beynimiz sık bir ormana benzer. Alışkanlıklarımız, düşünme şekillerimiz, yeteneklerimiz ya da henüz yeni öğrenmeye başladığımız bir dil; bunların tamamı ormana yukardan baktığımızda gördüğümüz patikalara benzer. Bu patikaların ne kadar belirgin veya ne kadar silik olduğu, söz konusu rutinin ne kadar tekrar edilmiş olduğuyla doğru orantılıdır. Yani patika yolunu ne kadar sık kullanırsanız, o yol aynı oranda kalıcı ve belirgin bir görünüm kazanacaktır, ayrıca o yolda yürürken ayağınıza taş, ot veya benzer engeller takılmadan rahatça yürüyebiliyor olacaksınız.
Bunun beynimizdeki karşılığı, herhangi bir şeyi bilinçsiz düzeyde gerçekleştirebiliyor olmaktır. Yani her ne yapıyorsanız o an için ona tüm dikkatinizi vermeniz gerekmeyecek, bunu beyniniz sizin yerinize otomatik olarak gerçekleştiriyor olacak. Beynin bu patikaları oluşturmasının da bir nedeni var tabii: enerji tasarrufu.
İlk kez öğrenmeye başladığınız bir şey veya yeni bir deneyim beyninizi maksimum performansı göstermeye zorlar. Bu da daha fazla efor sarf etmeye ve daha fazla enerji harcamaya neden olur. Learning Zone’da (Öğrenme Bölgesi) rahatsız hissediyor olmamızın nedeni de budur. Aslında bu acı çekme deneyimi bir meydan okumadan başkası değildir. Ben bunu sadece beyin için değil, hayattaki diğer her şey için geçerli olduğuna inanıyorum. “Acı yoksa, kazanç yok.” Öğrenme sürecinde acı hissettiğiniz noktada aşındırmaya devam etmeniz yararınıza olacaktır, bu, yeni bir şeyler kazanmaya başladığınızın göstergesidir. Örneğin bu birbirinden alakasız harflerin kombinasyonlarını okuyup, ne anlama geldiklerini algılarken bir zorlanma hissetmiyorsunuz. Çünkü bu okuma deneyimini daha önce sayısız kez tekrarladınız zaten. Bu noktada bir metni okurken, okumayı yeni öğrenmeye başlayan bir çocuktan veya henüz dilimizi yeni öğrenen bir akranınızdan çok daha az efor sarf ediyor olacaksınız. (Tabii bu sadece harfler ve onların kombinasyonlarını algılamakla -okumakla- ilgili verdiğim bir örnekti, metnin sağladığı veri hazinesi, beyninizi konuya aşinalık seviyenizin tersi oranında zorlayabilir.) Beyin sürekli kendine kısa yollar aramaya programlıdır, fakat bunu kör bir şekilde yapar. Yararlı veya yararsız tüm rutinleri alışkanlığa çevirmekle meşguldür. Bu aslında bizler için muhteşem bir avantaj, tabii bunu lehimize kullanma inisiyatifine sahip olanlar da bizleriz. Fakat gerekli kez tekrardan sonra bu yeni deneyimler beyninizde yeni patikalar oluşturacak ve daha sonra dönüp o patikaları kullanmanız gerektiğinde bu hareketi kolayca -düşünmeden- tekrar edebiliyor olacaksınız.
Klasik örneklerden olan otomobil kullanma fiilini verelim, ilk kez öğrenmeye başladığınızda beyniniz yüksek efor sarf ediyordu, otomobil kullanırken tüm dikkatiniz otomobili kullanma eylemindeydi, öğrenme surecindeki dört evreden, en yüksek dikkati vermeniz gereken nokta öğrenmenin ilk aşamasındaydınız. Yaptığınız her harekette bilinciniz aktif olarak karar verme sürecinize dahil ve her hareketinizin öncesinde düşünmenize, hareketin sonrasında alacağınız geri bildirimleri izlemekle meşgul. Hareketi, yani otomobil kullanma fiilini birçok kez tekrar ettiğinizde artık beyniniz bunu otomatik moda alır ve otomobili kullanırken tam dikkat vermenize gerek kalmaz. Otomobil kullanırken artık rahatlıkla yanınızdakilerle sohbet edebilir, kahvenizi yudumlayabilir hale gelirsiniz. (Ama siz yine de dikkatinizi koruyun.) Kaslarınızın hareketlerinden artık bilinçaltı düzeyde beyniniz sorumludur. Şu an refleks olarak nitelediğimiz tüm davranışlarımız aslında bizim kalıplaşmış patikalarımızdır. Onları değiştirmek imkânsız, gözleriniz kırpmak veya nefes almak için düşünmenize gerek yok; yürürken hangi ayağınızı kullanacağınıza odaklanmanıza da lüzum yok. Bir rutin devreye girdiği zaman, beyin karar verme surecine aktif olarak katılmaktan vazgeçer ve odaklanabileceği başka şeyler bulmaya başlar. Odaklanılan o şeyler de eğer bir rutine dönüşmüş ise, bu sefer arka planda çalışan iki programınız var demektir ve siz de kolaylıkla üçüncü bir şeye odaklanabilir hale gelmişsinizdir.
Yeni doğmuş bir bebekte bahsettiğim bu patikalar yoktur, bunlar deneyimle ve tekrarla kazanılır. Fakat az evvel bahsettiğim doğuştan gelen yetilerimizle ilgili benim fikrim, bebeklerde de bu patikalar belirli belirsiz; silik mahiyette, atalardan gelme öne çıkan özelliklerle kendilerini gösterebilirler. Var olan eğitim sistemlerinin başarısızlığını tamamen bununla ilintili görüyorum. Özellikle çocuklar, henüz patikaları oluşmamışken, belirli belirsiz kendini gösteren yeteneklerine göre titizlikle ayırt edilmeli ve bu bağlamda yönlendirilmeliler.
Dijitalleşmenin şu anki yaşamımızda önemi yadsınamaz, fakat yüzyıllar boyu evrimleşen beyinlerimiz bugünkü dünyaya pek de uyum sağlayamıyor. Söyle düşünün, kısa ölçekte bir insan ömrünü bile incelediğimizde, kişinin kalıplaşmış alışkanlıklarını terk etmesi bir hayli zor. Kendi alışkanlıklarınızı düşünün, bunlar terk etmeye çalıştığınız takıntılarınız da olabilir, hayatınızı idame etmenize yardımcı yetenekleriniz de olabilir: ne kadar tekrar edilirse o kadar keskin bir patika olur demiştik. Bir de davranışların yüzyıllar boyu beyninize işlendiğini ve nesiller boyu aktarıldıklarını düşünün. Evet, beyinlerimiz modern dünyamıza uyumlu değil. Adeta makineler arasında yaşayan mağara adamları gibiyiz. Beyinlerimize sürekli ve yoğun biçimde veri nüfuz ediyor ve maalesef bizler de tek seferde yalnızca bir şeye yüksek dikkat sağlayabilmek üzere programlanmışız. Yani ne kadar isterseniz isteyin aynı anda iki farklı şeye yüksek konsantrasyon sağlayamazsınız. Şu anki dünyamızın veriye erişebilme açısından yüksek faydaları olsa da, bu sürekli veri bombardımanı aslında insanları tek bir konuda uzmanlaşmaktan alıkoyuyor. Artık geniş arazilerde avlanmadığımıza, yani herkesin sadece kendinden sorumlu olmadığı bir dünyada yaşamadığımıza göre, toplum içerisinde herhangi bir yere sahip olabilmemiz için takas edebileceğimiz bir şeylere sahip olmalıyız. Her şeyden biraz bilmenin kimseye bir faydası olmaz. (Eğer bir yönetici veya patronsanız o zaman başka, ama bu sefer de yönetim ve organizasyon konularında fazladan uzmanlaşmış olmalısınız.) Paranın başlangıçta ortaya çıkış nedeni de buydu, insanlar kendi yapabildikleri şeyle yapamadıkları şeyleri, o şeyleri yapabilen kimselerle takas ederek işe başladılar. Yani uzmanlaşmanın ortaya çıkması insan yaşamında bir dönüm noktası oldu. Bizler genelde başka şeyleri kendimize uygun hale getirmekle meşgul oluruz ama burada yüzyıllar boyu aynı davranışları tekrar etmiş bir organizmadan bahsediyoruz. Eğer beyinlerimizin nasıl çalıştığını bilir ve ona uyum sağlarsak, bu çok daha mantıklı bir davranış olur.
Tarihte deha olarak nitelendirilen insanların günlerinin kaç saatini çalışmaya ayırdıklarını bilseniz, eminim onların başarısını doğuştan yetenekli olduklarına atfedip kendinizi rahatlatma eğiliminizden vazgeçerdiniz. Başarı bir buzdağına benzer, dışarıdan bakan herkes öncelikle buzdağının üstte kalan küçük kısmını görür ve ona odaklanır, ama buzdağının görünmeyen kısmında, sürekli tekrarlar, hayal kırıklıkları, disiplin, zaman, başarısızlıklar, hedefler gibi birçok değişken bulunur. Dehaları diğerlerinden ayırt eden nokta, bu kişilerin rahatlık bölgelerinde vasat bir yasam sürdürmeyi reddetmiş olmalarıdır. Veya çalışmak için sürekli motive olmayı beklemeyecek gerekli öz disipline sahip olmaları. Düşünün, bir çita. Hayatta kalabilmesini sağlayan en önemli becerisi hızlı koşabiliyor olması. Her seferinde daha hızlı koşmayı – yani rahatlık bölgesini terk etmeyi – denemeli. Çünkü potansiyel avları da ondan kaçabilmek için aynını yapacak. Eğer çita bunu yapmazsa ne olur? Şu an dünyada -en azından insan eliyle olanlar hariç- nesli tükenmiş hayvanlar listesinde tarihe gömülmüş olurlardı. Biz insanlar, şu an dünyaya hâkim olmamızı sağlayan beyinlerimizle uyumlu şekilde çalışmayı öğrenmeli ve modern dünyada -istisna toplumlar hariç- fiziksel ihtiyaçlarımıza bu kadar kolay erişebiliyor olmamızın rehavetine kapılmadan, onu sürekli bir adım öteye taşıyacak biçimde geliştirmeye odaklanmalıyız.
Bizler şu an dünyanın en güçlü hayvanlarıyız, bizleri bir çitadan ayıran nokta, onlar besine ulaşabilmek adına yıllar boyu hızlı koşmayı öğrenmişlerken, bizler beynimizi kullanmayı öğrenmişiz. Güçlü pençelere sahip değiliz, uçma yetimiz yok, yüzme konusunda o kadar da iddialı sayılmayız. Ama bunların hepsini nötrlemeyi sağlayacak beyinlerimiz var. Uçaklar, gemiler inşa edebiliyor; diğer tüm hayvanlara ve dünyaya hükmedebilecek aletler üretebiliyoruz (Bu noktada biraz adaletsiz bir noktaya eriştiğimizi söyleyebilirim.). Bu sebeple, eğer çitalar hızlı koşmak yerine tembelliği tercih ederlerse nasıl besinden yoksun kalıp yok olmaya mahkumlarsa, bizler de ayni şekilde bu noktaya gelmemizi sağlamış olan beyinlerimizle uyumlu olmalı ve kısa vadeli rehavetlerimizden sıyrılmalıyız.
Son olarak sorumuza tekrar dönecek olursak, evet: Herhangi bir konuda (Içerisinde karar verme sürecinin dahil olduğu) sayısız tekrarla en iyisi siz olabilirsiniz. Ama benim fikrim, işe kendinizi ve güçlü yönlerinizi tanımakla başlamalı ve onları maksimum seviyeye çıkarmakla ilgilenmelisiniz. Bu süreçte yaşadığınız acının sizi yıldırmasına izin vermemelisiniz. Böylelikle aynı zamanda zihinsel hazza da erişebilirsiniz. Yalnızca yeteneklerinize güvenip rahatlık bölgenizi terk etmeden sürdüreceğiniz bir hayatta, en fazla ortalama bir statüyle yetinmek durumunda kalırsınız. Limitlerinizi zorlamak her zaman sizin elinizde.