Kadim Şehrin Kapıları
Bilindiği üzere Anadolu geçmişten günümüze birçok medeniyet barındırmış ve bunların hepsinin sanatını izlerini taşımıştır. Anadolu’nun kadim topraklar diye adlandırılan kentlerinden birisi olan Diyarbakır ise gerçekten şu an dünyada ayakta kalan en büyük kale kent olarak ve Çin Seddinden sonraki en uzun surlara sahip olarak bizlere tarihin en büyük tanıklığını yapmaktadır. Hurriler dönemi ile başlayan Diyarbakır Kalesinin yapımı onlardan sonra Diyarbakır’a hükmeden 38’inci devlet olan Osmanlı devletine kadar sürmüş ve son halini almıştır. Kalkan balığı şeklini almış olan kalenin iç bölümü yani yönetim ve aristokrat kesiminin yaşamını sürdürdüğü yer topoğrafyadan dolayı kalkan balığının ağzı şeklinde uç kısımdadır. Artuklular döneminde buraya bir kemer yapılarak aristokrat ve soylular arasındaki bir ayrım noktası olmuştur. Diyarbakır 4 ana kapısı ve 82 burcu ile dünyadaki en büyük kale olma özelliğini, onu koruduğumuz sürece elinde tutacaktır.
Diyarbakır kalesinin günümüze ulaşmayan şu ankinin yarısı boyutlarında bir dış sur kuşağı ve onun da dışında bir hendek bulunmaktaydı. Bunların varlığını İranlı gezginler anlatır. Biraz önce koruduğumuz sürece dedim çünkü zamanının Diyarbakır valisi Faiz Ergun şehirdeki yaşam tamamen surlar içerisindeyken şehrin çok sıcak olmasını bahane ederek şehri çevreleyen duvarların esintiyi kesmesini bahane ederek hendekleri doldurtup dış surları yıktırmıştır. Bunu duyan o sırada Türkiye’de araştırmalar yapan Fransız arkeolog sanat tarihçisi Albert Gabriel’in Diyarbakır Kalesinin durumunu zamanının devlet büyüklerine bildirerek yıkımı durdurmuş olduğu rivayet edilir.
Kalenin geçmişi birçok zaman acı ve kan görmüştür. Dile kolay geliyor ama 39 devlet. Kimisi barışla kimisi savaşla kimisi ise yıkım ile almıştır Diyarbakır’ı. Albert Gabriel ’in Türkiye isimli kitabında bahsettiği gibi Diyarbakır büyün Mezopotamya’ya hakimdi ve bunu bütün dünya biliyordu.
Diyarbakır surları üzerinde 63 tane kitabe bulunmaktadır. Bunların birçoğu savaşlarda yıkılan veya onarılan bölgelerin tamirinden sonraki bilgi kitabeleridir. Bu kitabelerden 6’sı Bizans geri kalanı İslam dönemine aittir. Şevket Baysaloğlu’nun “Anıtlar ve Kitabeler ile Diyarbakır Tarihi” kitabında bir Asur dönemine ait kılıcının kabzasında yer alan “Amedi” isminin geçmesi aynı zamanda Asur vali bilgilerinin yazıldığı bir belgede aynı ismin geçmesinden dolayı bu bölgenin isminin “Amedi” olduğunu bildirmekte. Bunun yanında Bit-Zamani adında Arami kabilesinin Hurilerin surlarını onardığını belirten Baysaloğlu’nun bu düşüncesini alman araştırmacılar o dönemde bu kabilenin merkezinin Amedi olduğunu belirterek ispatlamaktadır.
Bu isim roma döneminde yerini “Amida” olarak almıştır bunun ispatı olarak ise Petersburg Akademisi müzesinde bulunan 222 yıllarına tarihlenen ve üzerinde “Amida” yazan bir sikke. Bunun dışında o dönem roma askeri olan Ammianus Marcellinus’un anlatımlarında kentin isminin “Amida” olarak anılmasıdır. Prof.Dr. Canan Parla’nın da dediği gibi kadar az bilgilerin olduğu dönemde şehrin eski isminin tespit edilmesi gerçekten zor olmuştur. Roma döneminden sonra bilgiler netleşmeye başlamıştır. Araplar şehri ele geçirince şehre iki isim vermişlerdir. Birincisi Kara-Hamid. İkincisi ise taşlarının renginin siyahlığından dolayı Kara Amid diye isimlendirilmiştir. Timur’un Diyarbakır’ı ele geçirmesinden sonra Zafer namesinde Diyarbakır’dan Karaca Kale veya Kara Kale olarak bahsedilmekte.
20.YY’a kadar bu isimler kullanılırken bu dönemde Bekr İbn Velid kabilesinin buraya yerleşmesinden dolayı buraya Diyarbekir denmeye başlanmıştır. Süryanilere göre ise bu isim Meryem ana kilisesine ithaken verilmiştir (Evliya Çelebiye göre ise Bakire Kızlar diyarından gelmektedir bu isim).
İsim konusunda en son olarak bildiğimiz Diyarbakır ismini veren bu şehrin isim babası olan kişi Ebedi Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’tür. 1937 yılındaki gezisi sırasında bu ismi koymuş bakanlar kurulunda da bu isim kabul edilmiştir.
Tarihi gerçekten çok büyük ve tespit edilebilen uygarlık sayısı bu kadar çok olan bir şehir, dünyanın surlarla çevrili en büyük şehri ve dünyanın en kadim şehirlerinden biri. Bu şehirde dünyaya birçok sanat eseri bırakılmıştır, tahmin edebilir misiniz? Sadece kalenin içerisini hakkını verip bütün yapılarını, evlerini, tarihi dokusunu gezmek insanın bir haftasını alır.
Böylesine kadim bir kendin Kapıları tam bir sanat eseridir ve dört ana yöne açılır. Bunların isimleri ile açıldıkları şehrin veya yönün isimlerini almışlardır. Seyyahlar ve araştırmacılar farklı dönemlere esas alarak farklı isimler vermişlerdir. Genel isimleri ile Dağ Kapı, Urfa Kapı, Mardin Kapı, Yeni kapıdır. Nasır-ı Hüsrev kentin dört kapısından kuzeydekine Ermeni, batıdakine Rum, güneydekine Tell, doğudakine Su Kapısı demiştir. Evliya Çelebi ise kuzeydekine Dağ, batıdakine Rum, güneydekine Mardin, doğudakine Yeni Kapı demiştir. Albert Gabriel ise bunlara ek olarak Dağ kapıya Harput kapı demiştir.
Kapılarda genelde taş işçiliği karşımıza çıkmaktadır. Abbasi dönemine uzanan dağ kapıdaki bir figürde stilize hurma ağacından düşmüş hurmaları yiyen güvercinler ve onun altında onun korumasını yapan iki aslan motifi görmekteyiz. Ağaç Mezopotamya toplumlarında hayat, Mezopotamya ve Asya toplumlarında gençlik ve ölümsüzlük, Hristiyan toplumlarında bilgelik ve ölümsüzlük ağaçları bulunmakta, hemen hemen tüm toplumlarda ağaç evren, hayat, gençlik, bilgelik ya da ölümsüzlük ifade etmektedir. Ayrıca buradaki ağacın hurma ağacı olduğunu unutmamak gerekir. Bahçecilik biliminde hiçbir zaman tükenmeyen gençleştirici özellikleri olduğu için zümrüdü Anka kuşuna ismini verdiği ya da kuşun Hurma ağacına adını verdiği düşünülür. Unutulmamalıdır ki Zümrüdü Anka kuşu Hurma veya Palmiye ağacının dallarına yuvası olan küllerinden sürekli yeniden doğan ölümsüz bir yaratıktır. Mısır duvar resimlerinde nazarlık olarak görülmektedir. Güvercin ise barışın saflığın sembolü olarak düşünüldüğünde barışın ve bilgeliğin bu şehirde sonsuza kadar süreceğini anlatmak isteyen bir kabartma karşımıza çıkıyor. Altlarındaki aslan ise yer yüzünün en güçlü varlıkları olarak bu kadim inanışı koruyor.
Aynı batıdaki burcunda küçük bir şekilde süvarisiz dörtnala koşan bir at kabartması bulunur. Prof.Dr. Canan Parlanın belirttiği üzere at hız ve hareket kabiliyetinin yanı sıra, dönemin pahalı ve en kıymetli hayvanlarından olarak zenginlik ifade ediyor. At figürünün hemen altında parmakları aşağı bakan el ayası görünen bir el figürü vardır. Daima sahip olma isteği olarak da düşünülebilir. Ayrıca bir Arap atı efsanesine göre Hz. Muhammed çölde uzun bir seyahatten sonra susayan kervandaki hayvanların sadakatini ve dayanıklılığını ölçmek için bir su kaynağının yakınına kadar sürdüğü hayvanları geri çağırmış, bu çağrıya yalnızca beş tane dişi at karşılık vermiş. Suyu bırakarak sahiplerine geri dönecek kadar sadık olmaları sebebiyle bu beş at, Küheylan, Seklaviye, Übeyye, Hamdaniye, Manekiye olarak adlandırılmış ve bunlara El-Hamse, yani beşli olarak denmiş ve kutsal sayılmıştır. Bu bahsettiklerim sadece iki kabartma grubu.
Batıya doğru açılan kapı olan Urfa kapı aslında 3 geçitten oluşmakta bizler için sanatsal değeri olan giriş ise Artuklular dönemine tarihlenen kitabesinde tarihi bulunmaktadır. Kapının dış çerçevesi silmelerle çevrilmiş içeriye örme taşla söveler yerleştirilmiş. Sövelerin en üstünde konsollara ağzında halka olan boğa başı kabartmaları yerleştirilmiştir. Bu aynı boğa figürü de kapının demir kanatlarında bulunmaktadır. Türk demir işçiliğinin en güzel örneklerinden biri olan mıhların kakma yapılarak meydana getirilen kapı ilk günden beri yerinde vazifesini görmektedir.
Kapının en güzel yerinde başı kopmuş bir kartal figürü görülür. Kartal figürü tek başlı mı ya da çift başlı mı bilinmiyor çünkü koparılmış. Sanatı sırf bağnazlıkla yok eden insanlar tarafından. Belki de doğal sebeplerden ama ben bu sözümü söyleyip içimi tırnak kadar da olsa dökmüş oldum. Kanatlarını açmış bir şekilde Heraldik duruş sergileyen kartal aslında bir boğa başının boynuzlarına konmuş şekilde orada durmaktadır. Tabi boğa başının yerinde yeller esmekte şu anda. Ancak izi bariz şekilde belli. Prof.Dr. Canan PARLA bu Kartal ve Boğa kabartmaları hakkında; Artuklular Diyarbakır’ı, Boğa burcu hükmünü sürerken 9 Mayıs 1183 tarihinde aldığı için özellikle Urfa Kapısı’nın kuzey açıklığının kemer kilit taşına Boğa burcunu simgeleyen boğa başı kabartmasının işlendiği; boğa başının ağzında tuttuğu halkanın, Diyarbakır’ın alınmasıyla ilgili bir zafer halkası olabileceği; boğa başının üstünde yer alan kuş figürünün Büyük Selçuklu döneminin figürlü kabartmalarında olduğu gibi hükümdara hükümdarlık yetkisini veren ilahi güç simgesi olarak hükümdarlık ve devlet arması olarak kullanılan kartal figürü olduğu; İslam astrolojisinde Güneş’in zirvesini temsil eden Koç burcu dolayısıyla kartalın Güneş sembolü olarak Ay sembolü boğa figürüyle birlikte astrolojik bir sembol oluşturdukları kanaatine varmıştır.
Boğa üzerine oturan kartal figürünün altındaki yarı oval şekildeki kitabenin iki yanında ise taş üzerine işlenmiş muhteşem bir şekildeki ejder kabartmaları bize kendisini göstermekte. Kuzey tarafındaki ejder figürü oldukça tahrip olmuş olmasına rağmen diğer taraftaki figür sağlamlığı ile bize muazzam güzelliğini sergiler.
Türk kozmonolojisinde gök kubbenin altın kazık etrafında yıllık dolaşımının yanı sıra bir de yıldızları taşıyan bir gök çarkının döndüğü düşünülüyordu. Prof.Dr. Emel Esin’in ve Prof.Dr. Gönül Öney’in kitaplarında bahsettiği gibi gök kubbenin idaresi bir çift ejder ile sağlanır. Yıldızların bir yıllık dönüşünü sağlayan bu ejderlerin biri dişi biri erkektir. Zıt iki kutbu ve kuvveti sembolize ederler. Mitolojide ejderhanın ay veya güneşi yutması ile güneş veya ay tutulması meydana gelir. Diyarbakır’ın Artukluların eline geçmesinden sonra meydana gelen güneş ve ay tutulmaları bu süslemeyi etkilemiş olabileceği gibi Canan Parla’nın da belirttiği gibi 1184 yılının ejder yılına denk gelmesi de dikkat çekici bir olgudur.
Diyarbakır’ın 10 gözlü köprüye, Mardin’e doğru açılan kapısı olan Mardin kapı tek girişli olarak karşımıza çıkar. Mardin kapı aynı Urfa kapı gibi silmeler ile çevrelenmiş ve eyvan şeklinde bir uzanımdır. Kapının hemen yanında Hz. Ömer Camii yer alır. Bu kapıda dikkat çeken bir şey ise kapının yapılış tarihi Mervani dönemine tarihlenmekte ancak kapı etrafındaki figürlü süslemeler Abbasî dönemini işaret etmektedir. Kapının yanında bulunan hayvan mücadele sahnesi ilgi çekicidir. Boğa gerilmiş vücuduyla savunmaya ve gerekirse savaşmaya, aslan figürü ise savaşa hazır olan duruşu ile boğanın üzerine atlamaya hazır pozisyondadır. Tarafların savaşını ortada onları birbirinden ayıran bir nesnenin sahip olduğu değerlerin engellediği düşünülebilir. Bu mücadele sahnesinin bir benzeri de dağ kapıda bulunmaktadır. Boğa figürü aynı şekilde dağ kapıda da bulunmakta ve birbirlerine benzerlik göstermektedir. Kapıda bu şekilde bir figürün olması içeride yaşayan insanların farklı, her an her şeye hazır olduklarını ama aralarında onları durduran bir olgu olduğunu gelenlere göstermek olabilir.
Kalenin son kapısı Yeni Kapı. Bu kapı figürlü süsleme ile bezenmemiştir ve basit bir yapısı olmakla beraber Dicle nehrine açılmaktadır. Aynı zamanda su kapı olarak anılan bu kapının adının 19’uncu YY.’dan itibaren Yeni kapı olduğunu bize Gabriel söylemektedir. Kapının güvenliği için olacak ki yanına kare bir burç yapılmış ve üzerindeki kitabeden bu yapının Mervaniler döneminde yapıldığı anlaşılmaktadır.
Sonuç olarak baktığımızda o kadar kadim bir kentin kapıları da birçok kültürden izler, eserler, inanlar, emareler taşımakta ve kültürlerin kendilerini anlatmak için kullandığı taş işçiliği sanatının güzel örneklerini göstermektedir. Taş işçiliğinin yanı sıra maden işçiliğinin de sanat alanında kullanımının örneklerini görmekteyiz. “Yeni Kapıda Atlılar”, Mardin Kapı Şen Olur”, gibi türkülere konu olmuş bu kapıların bize anlattıklarını bir nebze olsun aktarmaya çalıştım.
Son olarak şunu soruyorum, ey Diyarbakır bu kadar çok medeniyeti içinde barındıran sen, kapılarında bize gösterdiğin güzellikler gibi acaba içinde daha neler barındırıyorsun?