Yaratmak.
Bu kelimenin hayatımdaki anlamı her geçen gün daha da derinleşiyor. Anlam kendini deneyimle sürekli dönüştürüyor. Bence, yaratmak her birimizin bu evrende var olma sebebi.
Şimdi, yukarıdaki cümlenin zihninizde hangi düşünceleri çağırdığına bir bakın. Direnç mi gösterdiniz yoksa desteklediniz mi?
Benim zihnimin yaratıcılığa direnen sesi bu özelliğin sadece sanatçılara özgü olduğunu fısıldıyor. Destekleyen zihnim ise gerçekten istendiği ve yoğunlaşıldığında her insanın yaratıcılığını deneyime dönüştürebileceğini haykırıyor. Umarım siz de hangi meslekte olursanız olun haykıran zihniniz içinizdeki yaratıcı güce inanıyordur.
Neler yaratıyoruz peki?
En basitinden, boğucu derslerde, sıkıcı toplantılarda yapılan rastgele kara kalem çizimler iç dünyanızın somut dünyada form bulmuş şekli değil mi? Ya da çok sevdiğiniz bir müziğin büyüsünde kimse izlemiyormuş gibi özgürce dans ederken ritimle bütünleşmeniz sizin bir yaratımınız değil mi? Sevdiğiniz bir manzarayı fotoğraflayarak kendi bakış açınızı ölümsüzleştirdiğinizde yaratmış olmuyor musunuz? Bir topluluk önünde ilham dolu bir sunum yaptığınızda bu yaratıcılıktan başka ne olabilir? Instagram’da bir fotoğraf paylaşırken yaptığınız düzenlemeler ve özenle oluşturduğunuz alt metin bile bir yaratıcılık ürünü. İşinizde önemli bir sıçrama getirecek bir sistemi özenle kurguladığınızda da yaratıcılığınız devredeydi işte. Ya da tadını en pahalı restoranlarda alamadığınız, annenizin leziz yemekleri onun yaratıcılığının bir çıktısı değil de nedir sizce?
Daha minicikken evinin duvarlarına çılgınca ve hiçbir yetişkinin anlamlandıramadığı resimler çizerek o duvarları sözde “katleden” kaç kişiyiz? 🙂
Yaratıcılık doğumumuzdan bu yana her an bizimle. Her an. Onu beslediğimizde ve hayata aktardığımızda daha mutlu, daha geniş, daha ferahız. Daha insanız.
Eşsiz Bir Deneyim: Akış
Sinan Canan’ın “Değişen Beynim” kitabı sayesinde yaratıcılık konseptini zihnimde daha güçlü kılan bir bilgiyle karşılaştım. Akış Teorisi; yani, mutluluğun formülü.
Psikolog Mihaly Csikszentmihalyi, “akış” diye adlandırdığı, deneyimleyenlerin tekrarlamak için can attığı yüksek odaklanma ve azami mutluluk halinden söz ediyor. Sporcular, sanatçılar ve bilimadamlarının sıkça içine girdiği akışta kişi olabileceği en üretken, yaratıcı ve güçlü haline bürünüyor. Kısaca kişi potansiyeline erişiyor.
(Konuyla ilgili daha detaylı bilgi için Ted konuşması burada)
Akıştayken zaman algısının değişmesi (geçmiş, gelecek yok; sadece şu an var), çevrede olup biteni bir bütün olarak zahmetsizce algılama, benlik bilincinden çıkıp bütünsel bilinç haline geçiş, müthiş bir keyiflenme gibi yan etkiler raporlanmış. Tıpkı çocukluğumuzda oyuna daldığımızda kendimizi unutup zamanın nasıl aktığını fark etmediğimiz anlardaki genişliğimiz gibi.
Basketbol tarihinin efsane isimlerinden Bill Russell akış halini “Second Wind” adlı otobiyografisinde şöyle tanımlamış:
“Sanki ağır çekimde oynuyor gibiydik. O büyülü anlarda bir sonraki oyunun nasıl gelişeceğini ve bir sonraki atışın nereden yapılacağını hissederdim…Kariyerimde beni heyecanlandıran yahut sevindiren çok şey oldu fakat bu bahsettiğim anlar, sırtımda bir ürperti dalgasının dolaştığını hissettiğim anlardı…”
Csikszentmihalyi, akış (flow) haline geçmek için bazı şartların sağlanması gerektiğinden bahsediyor. Bu şartlardan biri, bence en önemlisi, sahip olduğumuzu düşündüğümüz yetkinlik (skill) ile söz konusu görevin zorluğu (challenge) arasında iyi bir denge kurulmuş olmasıdır.
Yani, kişinin ortaya koyacağı iş özelinde yeteneklerine güvenmesi gerekir. Bunun yanında, işin zorluk seviyesinin kişiye çok kolay gelmeyecek ve üstesinden gelmek için yeteneklerini kullanacağı bir düzeyde olması önemlidir. Bu da içinde bulunduğu aktiviteye kendisinden bir şeyler katarak oluşumu ileri taşıması anlamına gelir. Böyle bir deneyim otomatik olarak yaratıcılığı tetikler.
Siz akışta hissettiğiniz anları nasıl tanımlarsınız? Ve bu eşsiz akış deneyimini hayatınızda ne sıklıkta yaşıyorsunuz?
Bence, hayatlarımızda yaratıcılığı deneyimlediğimiz ölçüde akıştayız. Yaratmaktan keyif aldığımız şeye ne kadar odaklanırsak ve o şeyi ne kadar kendimizden kattığımız parçalarla ileri bir seviyeye taşırsak akışın büyüsünü o kadar yaşıyoruz.
O halde kendimize şunları sormalıyız:
Akış hali sürdürülebilir mutluluğun anahtarıysa neden mutlu olmak için sahte odaklar peşinde kendimize geçici zevkler sunuyor ve bu dünyadaki zamanımızı çöpe atıyoruz?
Gerçekten iyi yaptığımız, yaratmaktan hoşlandığımız şeye odaklanmak yerine neden toplumsal kalıpların hapishanesinde kendi gardiyanlığımızı yapıyoruz?
Hayatın Özü Yaratıcılık
İnsanlık tarihine baktığımızda, 150-200 bin yıl öncesinde bile insanoğlunun diğer canlılardan farklı olarak yaptığı en temel şeylerden birinin sanat üretmek olduğunu görüyoruz.
Mağara duvarlarına binlerce yıl önce çizilmiş resimler, insanlığın henüz doğaya karşı hayatta kalma çabası içinde olduğu ve en ilkel dönemini yaşadığı düşünülen zamanlarda bile yaratıcılığını keşfetmiş ve hayata geçirmiş olduğunun, dahası yaratmanın insani bir ihtiyaç olduğunun en güzel kanıtıdır.
Peki, biz neden elimizdeki tüm imkanlarla, sahip olduğumuz bunca bilgi ve farkındalıkla en temel mutluluk kaynağımız olan yaratıcılığımızın törpülenmesine izin veriyoruz?
Hayatın bir parçası olarak düşündüğümüz toplumsal normlarımız, başarma çabalarımız, egosal dürtmelerimiz, sürekli gelecekte yaşamak, kontrolden çıkmış tüketim alışkanlıklarımız bizi öylesine ele geçirdi ki hayatın içinde gerçekten akmak nedir unuttuk. Hatırlamak içinse yaratıcılığımızı uyandırmak zorundayız.
Bir sonraki yazımda “Yaratıcılığımızı nasıl uyandırabiliriz?” sorusuna cevaplar arayacağım.
Kendi yaratma gücümüzle buluştuğumuz ve akışa geçtiğimiz bir hafta olsun