Doğanın en büyük gizemi beyindir. Her ne kadar bugün beynin bölümleri ve bu bölümlerin işlevleri biliniyor olsa da ortalama 1,5 kg lık ağırlığı ile vücutta üretilen enerjinin yüzde yirmisini tüketen bu organın sınırları hala bir gizemdir.
1848 yılında demiryolu işçisi olarak çalışan Phineas Gage’in geçirdiği kaza sonucu bir demir çubuğun kafatasından girerek beynin sol tarafını parçalamasına rağmen ölmemesi sayesinde karakter değişiminin gözlenmesi ile bilimsel düşünme modelinde değişiklik meydana gelmiş, beynin farklı bölümlerinin çeşitli davranışları belirlediği tezi ortaya atılmıştır. Bundan sonra Parisli doktor Pierre Broca’nın 1861’de konuşma güçlüğü çeken hastalar üzerinde yaptığı çalışmalar neticesinde hastaların bu durumunun sol temporal loblarında bir lezyon neticesinde gerçekleştiğini keşfetmesi ve müteakibinde Wernicke’nin çalışmaları ile beynin spesifik bölgelerindeki tahribatın davranış bozukluklarına yol açtığının keşfi ile nörobilimde dönüm noktası yaşanmıştır.
1864 Purusya-Danimarka savaşında Alman doktor Gustav Fritsch’in tedavi amaçlı olarak hasta askerlerin kafataslarını açarak beynin sağ ve sol yarılarının vücudun ters yanını kontrol ettiğinin farkına varması ile kat edilen aşama ve sonrasında Dr. Penfield’in oluşturduğu şemanın beynin hangi bölgesinin vücudun neresinin fonksiyonunu kontrol ettiğini göstermesi sonucu beyin haritası çıkarılmasında ciddi bir aşamaya erişilmiştir. Ancak bu gelişmelerden sonra, “Düalizm” olarak ifade bulan ruh ve zihnin farklı yapılar olduğu görüşü yerini modern görüşe bırakabilmiştir.
Hepimiz beynimizde işlenen trilyonlarca hesaptan habersizizdir. Zira bu işlemlerin sürekli farkında olmamız durumunda yaşantımızı normal olarak sürdürmemiz mümkün olamazdı. Öyleyse bu durum bize merhametle bahşedilen en önemli hediyelerden biridir. Vücudun işleyişi ile ilgili fonksiyonların otomatik olarak bilincimiz haricinde gerçekleşmesi buna örnektir. “Zihin Haritasını Çıkarmak” isimli kitabın yazarı Rita Carter, duyguların hiçbir şekilde his olmadığını, onların vücuttan kaynaklanan bizi tehlikeden uzak tutmak için evrimleşen hayatta kalma mekanizmalarından başka bir şey olmadıklarını söylemesi bu durumu ifade edebilecek bir başka örnektir. İnsan beyninde bunun gibi otomatik olarak kendiliğinden çalışan mekanizmaların dışında bilinç olarak tarif edilen, beynin herbir tarafına dağılmış olaylar girdabı bulunmaktadır. Bunlar ilgi görmek için birbiriyle yarışırken hangisine ilgi gösterileceği kararı ve öncelik sırası beynin CEO’ su dorsolateral prefrontal korteks tarafından verilir. Hayvanlarda böyle bir mekanizma olmadığı için kararlar içgüdüsel olarak verilirken insanlar duyularından gelen bilgileri inceleyerek üstün düzeyde kararlar alır.
İnsanları hayvandan ayıran özellikler olarak; alet yapma, organize olmak ve geleceği tasarlamak kabul edilmektedir. Bunlar zekanın kökeninde önemli rol oynamış özelliklerdir. İnsanın zekasını kullanarak yapmış olduğu aletler aynı zamanda zekanın gelişmesine de katkıda bulunarak diğer türler yanında farklılaşmalarında önemli katkılarda bulunmuştur. Aynı şekilde organize olmak için etkileşim sağlanırken dişilerin üremede daha zeki erkekleri tercih etmeleri sonucu doğal seleksiyon insan türüne son derece cömert avantajlar sağlamıştır. Zira insanı diğer türler karşısında güçlü kılan zekasıdır. Geleceği tasarlamak olarak bahsedilen özellik ise dünya sahnesine çıkışımızdan birkaç yüz milyon yılı beynin aynı anda sürekli takılı kalarak geçirmesinden sonra bundan vaz geçerek yol kat etmeye karar vermesiyle oluşmaya başlamıştır! Beyinde bu gelişimin (aydınlanmanın) olmasıyla ertesi günü düşünmeden yaşamak insana özgü bir davranış olmaktan çıkmıştır. Bugün bu özelliğin gelişkin olduğu insanların diğerlerine nazaran rekabetçi üstünlüğe sahip olduğunu ve hayatta muvaffak olma ihtimallerinin oldukça yüksek olduğunu biliyoruz. Bununla ilgili Dr.Walter Mischel tarafından 1972-1988 tarihleri arasında yapılan çalışma, “şekerleme testi” olarak anılır. Testte çocuğa bir şekerleme verilir ve eğer bir saat bekleyebilirse ikinci şekeri almaya hak kazanacağı kendisine anlatılır. Bu iradeyi gösterip testi geçebilenlerin diğerlerine göre büyük oranda daha başarılı oldukları gözlemlenmiştir. Memnuniyetini erteleyebilme yeteneğine sahip olduğu görülen bu çocukların daha başarılı olduklarının tespit edilmesi aslında sürpriz değildir. Zira insanı insan yapan özelliklerden geleceği tasarlamanın basit bir uygulamasından başka bir şey değildir.
Belleğin amacı, geleceği tahmin etmektir. Uzun dönem belleğin evrimleşmesinin nedeni, geleceği tasarlamada kullanışlı olmasıydı. Bunun yanında kısa süreli belleğin işlevi daha çok günlük ihtiyaçların karşılanması noktasındadır. Hatırlama ve geleceği tasarlamada kullanılan beyin bölgeleri aynıdır. Beyin, bir şeyin gelecekte nasıl evrimleşeceğine karar vermek amacıyla, geçmişteki anılarını kullanarak bir bağlamda geleceği anımsamaya çalışmaktadır. İnsan beyninin, yeni şeyler öğrendiğimizde kendini adapte edebilecek şekilde yetişkinlik dönemimizde bile biçimlendirilebilir olarak kalmaya devam ettiği bilinmektedir. Hafıza oluşunu ve dolaylı olarak geleceği tasarlama yeteneği için proteinlerin beyindeki rolü bilindiğinden bu istikamette çalışmalar yapılmıştır. Ama bu çalışmalar sonucu alınan ilaç veya proteinlerle kısa sürede zekayı etkileyebilecek bir çözüm bulunabilmesinin mümkün olamayacağı görülmüştür. Çünkü insan beyninin gelişiminde zaman boyutu ve iklim şartlarına adaptasyon önemli rol oynamıştır. Zihni canlı tutmak için hayat boyu öğrenmeyi dustur olarak kabul etmek yapılması gereken en doğru şeydir. Zira genlerin hafızası vardır ve nesilden nesile aktarılır, insanın gelecek nesil için yapacağı en büyük yatırım yaşam alışkanlığını bu doğrultuda oluşturarak hem sonraki nesillere örnek olmak hem de genlerin hafıza oluşumunda doğru istikamette olmalarını sağlamaktır.
Kısaca, bu özelliklerin çok uzun bir zaman diliminde evrimleşmesi sonucu ideale yaklaşarak bizi insan haline getirmiş olması, dördüncü boyut olan zamanda mesafe kat edilmesi ile gerçekleşmiştir. Bugün bilimin geldiği noktada genler, ilaçlar ve manyetik cihazlar ile insan zekasının geliştirilmesinin mümkün olabileceği ancak bunun zaman alacağı görülmektedir. Öte yandan etik açıdan bu teknolojiye ulaşımın herkesçe mümkün olmayacağı gerçeği ve çok zeki olmanın büyük parasal başarılar kazanmayı garanti etmiyor olması durumu daha karmaşık hale getiren başka bir husustur.
Bütün bunların dışında, insanlığın gündeminde, teknoloji sayesinde bugün insan dışında bilinç sahibi varlıkların oluşturulması, yapay zekalar ve robotik bilinçlerin güçlendirilmeleri gibi konular bulunmaktadır. Öyleyse öncelikle dünyadaki tek bilinç sahibi varlıklar olduğumuz düşüncesinden vaz geçmemiz gerekmektedir. Bunun yanında kendi yarattığımız bu yeni türlere adapte olarak dünyanın yeni bir modelini oluşturmak ve geleceği simule etmek için birçok yol olduğu bilinciyle hareket ederek yaşamı zenginleştirmeye çalışmamız ilk aşamada faydalı olacaktır. Ancak şu bilinmelidir ki oluşturulan bu zekalar her ne kadar insan zekası gibi öğrenme ile güçlenmeleri söz konusuysa da daha çok mesafe kat etmeleri gerekmektedir. Her ne kadar mesafe kat etselerde insan zekasının bir ürünü oldukları ve insan zekasını yansıttıkları asla unutulmamalıdır.
Sonuçta, insanın baştan beri sorduğu soruya geri dönülmektedir. Ben kimim? Nereden geldim? insanlığın aynı anda takılı kalmaktan vaz geçmesi olarak tanımladığımız aydınlanma noktasının ne şekilde gerçekleştiği gizemini korumaktadır. Mevcut bir yaşam formuna bilincin gelmesi sadece zaman boyutunun ve koşulların etkileşimi ile mi gerçekleşmiştir? Yoksa daha büyük bir irade tarafından mı gerçekleştirilmiştir? Henüz bilimin açıklayamadığı bu sorunun bilim ve inanç arasında tartışmaların temellerinden biri olarak sorulmaya devam edeceği aşikardır.
Haluk AKDERE